24 Nisan 2019 Çarşamba

Cehennem

'Eğer bir ağaç gökyüzüne ulaşmak istiyorsa, kökleri tam cehenneme gitmelidir.' Nietzche

Devir Nietzche'ninkinden çok farklı olsa da insan aynı. İnsan kendi isteğiyle cehennemin dibine iner mi? İnmeli. Ben inmeye çalışıyorum. Doruk doğduğundan beri, beş yıldır kendimle çok fazla uğraşıyorum. Kendimi anlamadan anneliği öğrenemeyeceğimi, oğlumu anlayamayacağımı biliyorum. Beş yıl önce başladığım noktaya kıyasla cehenneme çok daha yakın ama bir o kadar da uzaktayım. Çünkü indikçe çıkıyorsun, dibi buldukça şifanı da görüyorsun.

Bunun yolu beyne meydan okumak, bilinçaltını deşmek. Beynimizin bizi korumak için diplere ittiği olayları bulmak, anlamak, yüzleşmek. Her şeyin bir nedeni var. Neden düzenlisin, neden tembelsin, neden erteliyorsun, neden acelecisin, neden uzaksın, neden soğuksun, neden  çok iyisin, neden öfkelisin, neden böylesin...? Neden böylesin? Hepsinin cevabı bilinçaltında. Uzun süredir bilinçaltımı kurcaladığım için bir çok şeyin farkındayım artık. Bilinçaltım çok açık. Beynimin beni korumak için seçtiği birinci yol unutmak, o yüzden benim için bilinçaltımı deşmek çok zor bir süreçti, hala öyle. Çok şeyin farkındayım, ama daha çok dibe inmeliyim bunun da farkındayım. Bitmeyen bir dip. Ama Nietzche'nin söylediği gibi köklerin cehenneme indikçe dalların gökyüzüne çıkıyor.

Bilinçaltını tanımaya başlamak için önce derin bir farkındalık oluşturmak gerekiyor. Yaşadağım olaylara otomatik tepki vermekten çıkışım çok kolay olmadı. Hala daha bazı durumlarda farkında olmak istemiyorum sadece tepki vermek istiyorum diye zorluyor beni beynim, bazen kazandığı da oluyor. Ama eninde sonunda gerçekte neye tepki verdiğimi düşünmeye başlıyorum eskisinden farklı olarak. Ve düşündükçe bulduklarıma inanamıyorum. Dehşetle fark ettiğim şeyler oluyor. Keyif aldığım ya da nefret ettiğim keşifler yapıyorum kendi içimde, geçmişimde, derinlerimde. Ama sonuçta keşfettiğim her şey beni gökyüzüne uzatıyor.

Farkındalık oluşturmakta bana yardımcı olan kitaplar, tanıdığım ya da hiç tanışmadığım insanlar var. Bu bir yol, hep devam edecek. Ama belli bir noktaya geldiğinde başına gelen olayları felaket gibi ya da mucize gibi görmeyi bırakıyorsun. Önceden felaket olarak yorumlayacağım, daha kötüsü olamaz diyeceğim, her şey bitti diye bakacağım olaylara şimdi çok daha farklı bir gözle bakıyorum. Cam gibidir, kırıldıkça çoğalır insan da. Tıpkı yol ayrımlarında olduğu gibi. Çoğaldıkça yol sayımız artar. Yolu çok olansa çıkmaza düşmez hiç, düşse de kolay olur çıkması. Yapması gereken tek şey önündeki yollardan birini seçmektir. Daha kolay seçer diğerlerinden. Ve bunun yanında kendine bakmayı biliyorsa çok şey görür, öğrenir. Önceden mucize diye yorumlayacağım, şans diyeceğim olayların aslında çok daha fazla yaşanabilir olduğunu biliyorum. Çünkü şans karşına çıkan fırsatları fark etme kapasitendir. Gözün kapalıyken olursa mucize olur, gözün açıksa her gün olabilir, çok sık olabilir. Gözünü açmaksa gerçekten çok zor. Önce cehenneme inmeli.

..Esin..

9 Nisan 2019 Salı

Engel mi?

Senin sadece çocuk olmanı istiyorum. Bugün olduğun şey. Yarın olacağın şeyle yarın sen ilgilen, ben kafa yormayayım istiyorum.

Ben kim olmak istiyorum ile Doruk'un kim olmasını istiyorum ya da daha doğrusu Doruk gelecekte kim olmayı ister sorularının cevaplarını sürekli karşılaştırıyorum. Seni olamadığım kişi yapmamak için. Nelerden hoşlanıyorsun, nelerden hoşlanmıyorsun, hangi alanlarda yeteneklisin, hangilerinde değilsin gördükçe not alıyorum. Seni yönlendirirken hata yapmamak için. Ki yapacağım ama en azından içim rahat olacak. Bu hatalar bencilliğimden değil iyi niyetimden kaynaklanacak. Arada kendimi kontrol de ediyorum tabi ki. Mesela bugün karate derslerine başlıyorsun. Ve ben buna karar verirken o notları çok kurcaladım. Yo yo, kendimi karate yaparken hayal edemiyorum. Ben tembel bir insanım (bu en sevdiğim etiketim). Hayal etmesi bile yorucu benim için. Evet, spor yapmanı istiyorum. Her şeyden önce sağlığın için sporu hayatına sokmak benim görevim bunu biliyorum. Ama sana futbol ne bileyim basketbol, ‘bol’la oynanan herhangi bir spor yap demiyor da seni karateye yönlendiriyorsam bu tamamen senin tercihindir. Çünkü notlarımda açık açık yazmışım ‘Yüzümü gözümü dağıtacak kadar güçlü, çok pis kafa atıyor.’ Bir de ‘İyi zıplıyor.’ var. Uzun atlama kursu olsaydı o da bir seçenek olurdu ama bulamadım. Neyse işte.. Kendi yapamadıklarım, ‘başkalarının çocukları’nın yaptıkları ya da o da vardı, bu da vardı, şunu da yapsa fena olmaz mıydı kafasına girmemek için.. Çok da bir şey yapmıyorum. Tek yaptığım sana bakmak. (Aslında seni felsefesi nedeniyle aikido yaparken hayal etmiştim ama onu da evin yakınında bulamadım.)

Ne güzel, ne keyifli yazmışım. Halbuki bu maceramız ne kadar da kısa sürdü. Öncelikle hocadan hoşlanmadım, çocuklarla nasıl iletişim kuracağını bilmiyordu, seni de korkuttu. Bir daha gitmedik oraya ama vazgeçmedim, araştırmaya devam ediyordum. Sonra doktora gittik ve hevesim kursağımda kaldı. Yo, kursağımda kalan karate yapamayacak olman değildi. Doktor dedi ki ‘sol kulağı duymuyor’. Öyle böyle değil neredeyse hiç duymuyor. Bazen beni duymamazlıktan geldiğinde sinirleniyordum ya, o duymamazlık kaldı kursağımda. Hala da kursağımda. Gider mi bilmem.

Doğduğunda yapılan işitme testlerinden dördüncü seferde geçtin, hiç de normal değilmiş ama normal dediler Türkiye’nin en iyi hastanelerinden birinde. Ve biz, inandık. Dört buçuk sene kaybettik. Nasıl anlamayız diye çok kızdık kendimize ama o kadar güzel konuşuyordun ki be çocuk, hiç belli etmedin. Kitap diliyle konuşuyor demişti doktorun, bebeciktin daha. Biz uyurken sen nelerin üstesinden gelmişsin.

Doktora giderken beş olmadan beşinci anestezisini almak zorunda kalmaz umarım diyordum. Hani iki çocuktan birine tüp takıyorlar ya artık, öyle olursa diye endişelenmiştim. Beş olmadan beşinci anesteziyi de aldın. Ama benim düşündüğüm kadar basit değilmiş. Düşündüğüm şey basitmiş meğer.

Şimdi.. Güçsüz olan kulağına robot takıyoruz ara ara, güçlensin diye. Güçlendiğine inanıyoruz. Ben hatta duyacağına da inanıyorum. Kızıyoruz birlikte kulağındaki güçsüzlüğe, git diyoruz, oğlumun güzel kulağını rahat bırak diyoruz. Diğer kulağına gözümüz gibi bakıyoruz, herhangi bir kulaktan daha kıymetli çünkü. O yüzden karate falan araştırmıyoruz. Daha birçok şeye dikkat etmek zorundayız.

Öğrendiğimizde dağıldım, evet. Ama artık başa geleni daha kolay kabul ediyorum. Daha kötüsü de var hayatta diyorum. Onları düşününce abartamıyorum. Önüme daha kolay bakabiliyorum. Bu süreçlerin beni bu noktaya getirmiş olmasına teşekkür ediyorum hatta. Oğluma her baktığımda daha çok şükrediyorum. O bu kadar minikken bu kadar güçlü durabiliyorsa, şikayet etmiyorsa sana ne oluyor diyorum kendime. Kontrolü eskisinden daha çok bırakıyorum ona, çünkü kontrol edemeyeceğimi artık çok iyi biliyorum. Kontrol etmeme gerek olmadığını da. Engellere hayatı boyunca inanmamış birisi olarak böyle davranmam gerek zaten. Engel olmamam gerek. Başka hiçbir şey engel değil çünkü.

Bir de her gece sen uyurken kulağına diyorum ki ‘Çok seviyorum seni. Senden asla vazgeçmeyeceğim. Sen çok kıymetlisin.’ Öylesin. Duysan da duymasan da.

..Annen..

4 Nisan 2019 Perşembe

Etiket Sorunsalı

Oğlum..

Sana yüklediğimiz, yükleyeceğimiz ve yükleneceğin bütün sosyal kimlikler için özür dilerim. Kendi yüklendiğim sosyal kimlikler yüzünden bazen öz kimliğini görmezden gelebiliyorum. Özür dilerim. Kendi öz kimliğimi bulmadan seni tam olarak göremeyeceğimi biliyorum. O yüzden kendimi arıyorum. Bulabilir miyim bilmiyorum ama sadece bu arayışın bile seni olduğun gibi görmeme, kabul etmeme yardımcı olduğunu düşünüyorum.

Hepimiz etrafımızın bizi şekillendirdiği insanları oynuyoruz. Bizden istenen bu ve biz de bunu yapıyoruz. Çocukluğumuzda bolca etiketleniyoruz ve o etiketlere inanıyoruz. Ben özümde kimim diye sormadan, sen busun dediklerinde kabul ediyoruz. Ve tam da o oluyoruz, başkalarının olduğumuza inandığı kişi. Şanslı olan kimilerimiz çok geç olmadan bunun farkına varıp düzeltmek için çaba harcayabiliyor. Kimileriyse çok geç fark ediyor ya da fark etmeden yaşayıp ölüyor. Ben hangi aşamada fark ettiğimi, ne kadarını fark ettiğimi henüz bilmiyorum. Mesela bana sayısalcısın dediler, sayısalcıyım dedim, mühendis oldum. Çok mutsuzum. Mesleğimi sevmiyorum. Ve matematiğinin iyi olmasının sayısalcı olmak demek olmadığını artık çok iyi biliyorum. Bazen sana karşı aynı şeyi yaparken buluyorum kendimi. Doruk spor yapmayı çok sevmiyor, sanatsal etkinlikler daha çok ilgisini çekiyor diyorum. Hem de senin yanında. Hem de bu kadar küçücükken. Sporcu olma ihtimalini alıyorum elinden, sporu sevme ihtimalini de. Bunu yaptığımı fark edip kendimi düzeltmeye çalışıyorum ama yapabiliyor muyum bilmiyorum. Sporu sevmeyen Doruk, sanatı seven Doruk, o Doruk, bu Doruk... Sana yakıştırdığım, sana yapıştırdığım tüm etiketler için özür dilerim. Bunlar bir gün senin sosyal kimliklerini oluşturacaklar, biliyorum. Ne olduğuna inanırsa o olur insan. O yüzden kimseye hatta bana bile inanmamayı öğretmek istiyorum sana. Bir de kendini dinlemeyi. Kendi öz kimliğini görebilmeyi. Özünde yoksa hayatında da olmasın diye. Özünde varsa hayatın o olsun diye. Nasıl bilmiyorum ama deniyorum işte.

Özünü bulmana yardım edebilecek miyim birlikte yaşayıp göreceğiz. Ama sonuç ne olursa olsun bir gün diyeceğim ki: 'Git ve olmayı istediğin adamı boşver, olmanı istediğimiz adamı boşver! Olduğun adamı bul. Gerçekte olduğun adamı. Bütün sosyal kimliklerini bir kenara bırak ve öz kimliğini ara. Özünü bul.' Bulduğunda istekleriniz çakışıyorsa o zaman doğrusunu yapabilmişim diyebilirim ancak.

..Annen..

28 Mart 2019 Perşembe

GRİ

Üç ana renk var artık hayatımızda: Mavi, yeşil ve gri. Giderek grileşen mavi. Giderek grileşen yeşil. Ve giderek büyüyen gri. Hiç itiraf edilmemiş olsa da insanlığın en sevdiği renk GRİ.

İnşaat mühendisiyim ben. Ruhumla uzaktan yakından alakası olmayan bir meslek. Ama ben de ruhumu görmeye başlayana kadar bir süre gri için çalıştım. Artık çalışmıyorum. Yeşil için, mavi için çalışmanın yollarını arıyorum. Düşünüyorum. Kafa yoruyorum. Her insanın yapması gerekeni yapıyorum yani. Minik minik adımlar atıyorum belki ama büyük bir değişim için de insanların minik adımlarına ihtiyaç var zaten. Büyük bir değişim için oluşturulması gereken devlet politikasını insanların minik adımları fitilleyebilir ancak. Sonuçta arz-talep dünyasında yaşıyoruz. Ne talep ettiğimize çok dikkat etmeliyiz. Yeşil mi? Gri mi?

Peki mavi için yeşil için neler yapıyorum?

  • Daha önce evde zehirli kimyasalları kullanmayı bıraktığımı yazmıştım. Mevcut yeşile zarar vermemenin bir yolu bu.
  • Tüketim miktarımı azalttım. İhtiyacım olmayan hiçbir şeyi almıyorum artık. Sırf benim olsun istiyorum diye, keyfimden bir şeyler satın almıyorum. Çünkü satın aldığım ürünlerin yapım, nakliye ve kullanım aşamalarında tüketilen doğal kaynakları hesaba katmak zorunda hissediyorum.
  • Tüketim tarzımı değiştirdim. Yerel ve küçük üreticileri tercih etmeye çalışıyorum. Varsa yerlisini alıyorum. Dünyanın öbür ucundan gelen bir ürünün yolda tükettiği enerjiyi hesaba katıyorum. Çevreye duyarlı üreticileri arayıp buluyorum. Azlar belki ama varlar. Geri dönüştürülemeyen kargo poşetlerini kullanmamak için kargo paketi hazırlamaya ciddi zaman harcayan çok tatlı üreticiler var. Aldığı hammaddeyi çevreye duyarlı tedarikçilerden temin edebilmek için arayışını sürekli hale getiren çok dikkatli üreticiler var. Adil olalım, ürettiğimiz şeyi herkes kullanabilsin, herkes faydalanabilsin diye nasıl fiyat düşürürüz derdine düşen, maddi yetersizlik nedeniyle ulaşamayan insanlarla ürün tarifini paylaşan çok düşünceli üreticiler var. Arayınca buluyor insan.
  • Atıklarımı azalttım. Sıfır atık mertebesine ulaştığımı söyleyemem ama deniyorum en azından. Kompost yapılabilecek gıda atıklarımı organik gübre işi yapan bir arkadaşım için biriktiriyorum mesela. Bir ara evde yapmayı da denemiştim. Çöpe atmadan önce bunu yeniden değerlendirebilir miyim ya da değerlendirebilecek birini tanıyor muyum diye düşünüyorum. Evde fazlalık fikrinden çok hoşlanmadığım için gereksiz şeyleri bir gün işe yarar diye stoklayamıyorum asla ama tüketim azalınca çöp de azalıyor ister istemez. Eve giren miktarı düşünce çıkan miktarı da düşüyor doğal olarak. Atık miktarını azaltabilmek adına yapılabilecek çok ama çok basit şeyler var. Sadece dikkat etmek gerekiyor. Mesela bu yola girmeden önce ne kadar atık çıkardığını düşünmeden aldığımız kahve makinesini kullanmak yerine french presste demliyorum kahvemi. Eskiden her gün dolan çöp kutum artık haftada bir doluyor. İş yerinde de su için pet şişe almayı bıraktım, damacana alıyorum. Neredeyse hiç çöpüm olmuyor artık.
  • Ve geri dönüşüm. Geri dönüştürülebilir atıkları çok uzun zamandır ayırıyorum zaten ama geri dönüşümün de ciddi enerji gerektirdiğini düşününce geri dönüştürülebilir atıklarımı da azaltmayı deniyorum. AVM'leri, marketleri, alış veriş için dolaşmayı hiç sevmiyorum. O yüzden internet alışverişini kullanıyorum genellikle. İnternet alışverişi de çok fazla paket atığı çıkarıyor ne yazıkki. Geri dönüşüm atığını azaltabilmek için minimal paket kullanan üreticiler arıyorum. Bulsam da sıfırı yakalamak mümkün değil. Kullanılmış paketleri değerlendirebilecek birilerini bulamadım henüz çevremde ama arıyorum. Bulursam eğer geri dönüşüm atığım da ciddi oranda azalacak.

Ben mesleğim itibariyle bir ara griye çalışmış olduğumu kabul ediyorum. Mesleğimden bağımsız çalıştığım zamanlar olmadı mı peki? Hepimiz griye çalışıyoruz aslında. Kabul edelim. Yeşile, maviye sevgimiz lafta kalıyor. Lafta kalmasın diye yukarıda yazdığım şeyleri yapıyorum. Fazlasını yapabilmek için de arayış içindeyim. Peki ya siz? Bugün mavi ve yeşil için ne yaptınız? Ya gri için?

'Bazen hayret ediyorum, bu gezegenin neresinde yaşarsan yaşa, gökyüzü ve deniz mavi, toprak kahverengi, ağaçlar yeşil ve binalar gri.' Ara Güler

(Fotoğraf Buğday Derneği'nin çok severek kullandığım bez çantasından.)

..Esin..

18 Mart 2019 Pazartesi

Şu Kimyasal Meselesi

Parfüm, deterjan, temizlik malzemeleri, araba kokuları... Alerjik bünyem nedeniyle her zaman rahatsız ettiler beni aslında. Ama kimyasal maruziyetimi azaltmaya başladığımda yirmili yaşlarımın ortasındaydım. Ciddi oranda azaltmam ise hamileliğimde oldu. Son bir yıldır ise kimyasalı neredeyse tamamen çıkarttım hayatımdan. Neredeyse tamamen diyorum, çünkü tamamen çıkartmamız mümkün değil ve bence gerekmiyor da. Birincisi vücudumuz zaten kendi ürettiğimiz biyokimyasallarla dolu. Biz de kimyasalız yani. İkincisi bazı zararlı kimyasallar doğru dozlarda bir araya geldiğinde zararsız hale gelebiliyor (sabun gibi). Ve üçüncüsü bedenimizin tolore edebildiği kadar kimyasal almakta problem yok aslında, sorun o sınırı aştığımızda başlıyor. Önemli olan sonuçta vücudumuzda toksik kalıp kalmaması. Bu nedenle satın almayı bıraktığım kimyasallardan zararlı kimyasallar olarak söz edeceğim. Karbonatın da bir kimyasal olduğunu düşünürsek kimyasal konusunda obsesif hissetmek çok anlamlı gelmiyor bana.

Zararlı kimyasalları neden bıraktım? Evet, önce oğlumun sağlığı sonra kendi sağlığım için. Bu kadar mı peki? Hayır. Her ne kadar görmezden gelsek de hepimizin sağlığından çok daha önemli bir şey var aslında. O da doğanın sağlığı. Evde kullandığımız kimyasallarla kendimizden öte tüm dünyayı zehirlediğimizin farkına varmamız gerekiyor önce. Çamaşır için, bulaşık için kullandığımız deterjanlar giderlerden akıp giderek doğadan izole bir yerlerde saklanmıyor. Temizlik için klozete döktüğümüz çamaşır suyu sifona bastığımızda atomlarına parçalanarak yok olmuyor. Kullandığımız şampuan, duş jeli, el yıkama jeli, diş macunu bize yapışıp kalmıyor. Çok azı bize, hemen hepsi doğaya karışıyor. Hepsi yer altı sularına dönüşüyor. Doğayı zehirlemekle kalmıyoruz, doğadaki bütün canlıları da zehirliyoruz. Sonra bu zehirlediğimiz canlıların bir kısmını, bu kimyasal dolu atık suların kirlettiği doğada yetişen bitkileri, sebze ve meyveleri, o doğada beslenen, yaşayan hayvanları da yiyoruz hatta. Yine sonunda hem doğayı hem kendimizi zehirlemiş oluyoruz. Ve bu döngü hiç değişmiyor. Ama döngüdeki zehir miktarı her geçen gün giderek artıyor. Yani kullandığım kimyasal oranını hem ev haklının vücudunun tolore edebildiği hem de doğanın tolore edebildiği oranlara çekebilmek adına eve giren ve çıkan kimyasalları hassas bir özenle sorgulamaya başladım.

Artık çamaşır ve bulaşık deterjanlarımı, cif, temizlik sıvısı, sıvı sabun, şampuan ve diş macunumu kendim yapıyorum. İnternette bin tane tarif var, deneyerek herkes kendine uygun tarifleri bulabilir. Ben en basitlerini uyguluyorum genelde. Sürekli bir arayış içinde değilim yani. Bir tarif işe yaradıysa ikincisini denemiyorum. Evime giren kimyasallar çamaşır sodası, karbonat, boraks (sadece beyaz çamaşır deterjanında kullanıyorum), limon tuzu, oksijenli su, arap sabunu ve sabun. Bunlara ilaveten sirke, tuz, çivit tozu, zeytinyağı, hindistan cevizi yağı ve birkaç şişe aromaterapi yağıyla ev ve kişisel temizliğimizi gayet yeterli bir şekilde yapabiliyoruz.

Kimyasal konusunda kişisel bakım da önemli bir yerde duruyor tabi. İyi hissetmek için bakım ve makyaja karşı olmasam da bireysel olarak pek ilgi alanıma giren bir konu değil. Kendimi bildim bileli kullandığım 2-3 makyaj malzemem vardı ve onlar da düğünden düğüne kullanılırdı. Hamileliğimden beri içeriğini anlamadığım hiçbir ürünü eve sokmuyorum. Kutu kutu kremlerim yok. Göz kalemi, rimel, kapatıcı, güvenilir küçük üreticilerden temin ettiğim ya da evde bal mumu, zeytinyağı gibi doğal malzemelerle yaptığım krem ve deodorant dışında hiçbir bakım ürünüm yok. Çünkü fazlasına ihtiyacım da yok. Bu bakış açısını kazanmamda son birkaç senedir uygulamaya çalıştığım minimal yaşam tarzı da çok etkili oldu diyebilirim. İhtiyacımdan fazlasını almadığımda hatta mümkünse hiç almadığımda zehir de almamış oluyorum.

Ben doğal yaşam bloggerı değilim. Zaten doğal kelimesi de artık her yerde karşımıza çıktığı için çok itici geliyor bana. Doğal denen her şeyin doğal olmadığını biliyorum. Ben hatta blogger bile değilim. Burayı bana ait bir kutu gibi görüyorum, içimi döküyorum bazen, o kadar. Kimseye bir şey öğretme gibi bir derdim yok, birilerine öğretecek kadar da bilmiyorum zaten. Kendi arayışımdayım, kendi yolumdayım. Ama bu yazıyı birilerine bir şey öğretmek için yazıyorum, evet. Kullandığım ürün zararlıysa bana zararlı bakış açısını çok ama çok bencil buluyorum. O ürün hepimize zarar veriyor ve artık herkesin bunu anlaması gerekiyor.

..Esin..

11 Mart 2019 Pazartesi

Mutluyum, Mutlusun, Mutlu

Gitmek... Hep istediğimiz, hep hayalimiz. Uzaklaşmak, sıfırdan başlamak, hayatımızdaki bütün olumsuzlukları geride bırakıp en iyisini bulmak... Sanki giderken kendimizi bırakabilecekmişiz gibi ısrarla, inatla gitme hevesi. Kendimi de alıp götürürsem ne değişecek? Her şey, bütün anılar, bütün yaşanmışlıklar, hatta yaşanmamışlıklar, karakterim, öğrenilmiş bakış açım da kafamın içinde benimle gelmeyecek mi? Gitme hayali, gitme planlarına dönüşünce oturup bir liste yaptım. Hayatımda beni mutlu eden neler var yazdım. Ne çok şey varmış. İnanması çok zor ama bir listeyle aslında ne çok mutlu olduğumu gördüm. Geride bırakmak istemediğim, uzaklaşmak istemediğim, hepsini bırakıp sıfırdan başlamayı göze almak istemeyeceğim şeyleri fark ettim.

Kalem... Kağıt... Oturup hayatınızda sizi mutlu eden ya da etmesi gereken şeyleri yazın. Tek tek. Düşündüğünüzden çok daha fazla mutlu olduğunuzu göreceksiniz. Tek bir günü gözden geçirince bile insan hayatında şimdiye kadar farkında olmadığı kadar mutluluk kaynağı olduğunu fark edebiliyor.

Mutlu olup bilmeme gibi bir durum söz konusu olabilir mi? İnsan ne hissettiğini bilmez mi? Mutlu bir insan olmak için yirmidört saat kesintisiz mutluluk mu duymalıyız? Ve insan tek bir listeyle aydınlanabilir mi?

Bir kere şu konuda anlaşalım. Bütün duygular geçicidir ve kısa sürelidir. İyi ki de öyle. Yoksa mutluluğumuz gibi üzüntülerimiz de uzun sürerdi. Kendini dinlediğinde çok kısa bir süre içinde mutlu, kaygılı, üzgün, neşeli, kırgın, coşkulu... hissettiğini göreceksin. Mutlu, mutlu, mutlu değil ama mutlu, kaygılı, mutlu, yorgun, mutlu, mutlu... gibi bir sıklıkta mutlu hissediyorsanız, aslında mutlusunuz demektir. Kesintisiz hissetmediğimiz için mutlu olamadığımızı düşünüyoruz. İmkansızı istiyoruz. Duygular gelir geçer. Önemli olan ne sıklıkta geldiklerini fark etmek. Genel duygu durumumuzu anlamamızın yolu bu bence. En azından ben yolumu buldum. Size de tavsiye ederim.

Hayatınıza bir bakın, sizi mutlu eden neler var. Fark edin onları. O kadar minicik olabiliyorlar ki, gözden kaçırmayın. Ve dikkatinizi onlara verin. 

..Esin..

27 Şubat 2019 Çarşamba

Tekrarla

Hayatında kalıcı olmasını istediğin şeyi tekrarla. Bıkmadan usanmadan. Hatta bıksan usansan bile.


Doruk doğduğundan beri çok sık duyduğum bir cümle var: Çocuk tekrarla öğrenir. Evet öyle. Bunun tartışılacak bir yanı yok. Tekrarlıyoruz biz de. Sayıları, çiçekleri, böcekleri, dinozor türlerini... Çocuğun tekrarla öğreneceği şeyler sadece bunlar olabilir mi peki? Sürekli tekrar edilen bilgi dolu cümleler. Aslında belki çoğumuzun zaten sık sık tekrar ettiği ama bazılarımızın da pek aklına gelmeyen şeyler de var. Çok daha önemli şeyler hatta. 

Bilgi dolu cümleleri çok duyacak o çocuk, sen tekrarlasan da tekrarlamasan da çok şey öğrenecek. Bilgi çağındayız. Kaçışı yok. Belki bu yüzden çocuklarımız her şeyi bilsin istiyoruz. Erkek ornitorenkin arka ayağında zehirli bir diken var dediğinde, bir yandan ornitorenk ne ki diye düşünürken diğer yandan gururlanıyoruz ama ben çocukların yaşından büyük bilgilere boğulmasına karşıyım. Doruk daha doğmadan karar vermiştim: Bir şeyleri öğretme derdinde olmayacağım hiçbir zaman. Her şeyi bilmesin. Gerektiği kadarını zaten doğal akışın içinde öğrenir diye düşündüm hep. Öyle olmadı ama. Zaten her tarafımız çılgınlar gibi bilgi kaynağıyla dolu. Doğal akışında gerektiğinden çok daha fazlasını öğrendi, öğreniyor. Kendi öğrenmek istediklerini zaten tekrarlatıyor, durmadan soruyor. Yoksa ben çılgın mıyım, niye dinozor türlerini tekrar edip durayım.

O çok daha önemli şeylere odaklandım hep. Seni çok seviyorum, iyi ki varsın, şu yanakları her gördüğümde içimden öpme geliyor falan. Her gün o kadar çok tekrar ediyorum ki öğrenmemiş olması mümkün değil. Bunları okulda ya da başka bir yerde öğretmeyecekler. Benim dışımda hiçbir kaynakta bulamayacağı çok az bilgi var. Onlar da bunlar işte. Ne kadar değerli olduğu, ne kadar sevilesi olduğu, nasıl güzel olduğu, nasıl bal koktuğu... Çocukta kalıcı olması gereken bilgiler bunlar bence. O yüzden çok sık tekrarlamak lazım.

..Esin..