30 Aralık 2016 Cuma

Dünya İyiye Gitmiyor Olabilir.. Ben İyiye Gideceğim.

Anne olduktan sonra mı yoksa otuzumdan sonra mı oldu bilmiyorum (belki ikisi denk geldi ve sebep oldu), kendimi tanımaya ve daha iyi anlamaya başladım. Farkındalığı arttıkça insan daha çok deşiyor içini. Deştikçe de her geçen gün aslında kendini daha iyi tanımaya başlasa da çok daha az tanıdığını keşfediyor. İçimde başka biri varmış meğerse bugüne kadar farketmediğim, hatta başka birileri. İşte her gün bir başkasıyla tanışıyorum ne kadar tanışabilirsem artık ve daha kimler, neler vardır diye merak ediyorum.

Sabah metroda dört çocuklu yabancı bir kadınla karşılaştım. Bir iki dakikalık bu karşılaşma içimdeki huzursuz anneyle tanıştırdı beni. Farkında olmadan içimde taşıdığım ama hayatımın her anını derinden etkileyen. Ne zaman bu kadar anne oldum bilmiyorum, ne zaman bu kadar gerildim bilmiyorum. Ama sırtında, iki elinde ve bir de yanındaki çocuklarıyla bir kadının bana ayna tutabileceği farkındalığa ulaştığım için çok şanslıyım belki de. Çünkü farkına vardığında insan silkinip atabiliyor her şeyi, içindeki kendini bile. 

Kadının bana tuttuğu aynada kendime baktım. Ve dehşetle dedimki oğlumun geleceği için endişelenmeyi bir kenara bırakmalıyım. Geleceği ona bırakmalıyım çünkü. Bir şekilde halledeceğine inanmalıyım. Onu öyle yetiştirmeliyim. Asıl derdim bu olmalı. Onun geleceği için çalışıp, kaygılanıp ona da kendime de haksızlık etmeyi bir kenara bırakmalıyım. Yaşadığımız ülkenin şartlarından etkilenerek yapıyorum belki, o dört çocuklu anneden farkım bu. Ama onu şimdiden bu ülkenin koşullarına hapsetmiş oluyorum böyle yaparak, düşünerek, hissederek. Vazgeçmeliyim bundan. Geleceği ona bırakmalıyım. O halleder, unutmamalıyım. Dünya onun çünkü. Bunu öğrenmesi yeter. İçi bir dünya çünkü. Bunu öğretmem yeter.

Ben yeni yıla en büyük endişemi içimden söküp atarak giriyorum. Geleceğini olması gerektiği gibi oğluma bırakıyorum. Siz de öyle yapın. İçlerinde kocaman bir dünya var, unutmayın. Ve bu dünyayı endişelerinizle sınırlamayın.

30 Kasım 2016 Çarşamba

2,5 Yaş Etkinliklerimiz

Yaptığımız her etkinliğin fotoğrafını çekmek aklıma gelmiyor. Kendimi Doruk'la beraber oyuna kaptırıyorum genelde. Çok düzenli bir etkinlik arşivi oluşturamıyorum o yüzden. Aklıma geldikçe fotoğrafladıklarımı paylaşıyorum. Umarım fikir olur birilerine :)

1. İpe boncuk dizme. Çocuklar her şeyden çok çabuk sıkıldıklarından işi biraz daha eğlenceli hale getirmek için boncukları kepçeyle kamyona koyduğumuz taşlar olarak hayal ediyoruz, kamyonla taşıyıp ipli köprü yapıyoruz. Kolye yapmak erkek çocuklar için çok cazip olmayabiliyor çünkü.

2. Elmanın içine zarda gelen sayı kadar fındık koyma. Bu etkinliği pinterestte görmüştüm. Hazırlanması çok kolay. Çocuğun sayıları öğrenmeye başladığı ilk zamanlarda oynanabilir.

3. Düğme ilikleme. İki adet büyük düğme, renkli keçeler ve kalın kurdele ile hazırlanan bu etkinlik çocuğun ince motor becerilerini geliştirmeye yardımcı oluyor. Kendi düğmelerini de ilikleyebilmesi için bir ön hazırlık ayrıca.

4. Eşleştirme - hafıza oyunu. Arama motoruna eşleştirme kartları yazınca çıktı alınabilecek birçok seçenek çıkıyor. Onlar yerine çocuğun ilgi alanına göre ona özel bir oyun da hazırlayabilirsiniz.

5. Parmak boyası çok nalet bir şey değil mi? Her yere bulaşma ihtimali çok yüksek. Ama banyodan önce oynarsanız bu sorunu çözmüş olmaz mısınız? Tekneyi/küveti/camları bırakın gönlünce boyasın. Sonra birlikte yıkarsınız. Sonra da onu yıkarsınız :)

6. Doruk'un en uzun süre oyalandığı etkinlikler sulu olanlar. Gıda boyasıyla renklendirdiğimiz denizde kayıklarını, balıklarını ve küçük adamlarını yüzdürmek saatlerini alabiliyor. Okyanusları aşıyor, boru değil :)

7. Sulu etkinliklerden bahsederken aklıma gelenleri sıralayayım hemen. Şırınga ile su aktarma, spreyle çiçek sulama, süzgeçle su boşaltma. Hatta siz suyu verin, gerisini o halleder :)

8. Yine bir banyodan önce etkinliği olarak un, su, gıda boyasıyla çamur yapıp kepçe ve kamyonlarıyla şantiyeye amaaaan banyoya salabilirsiniz. Yalnız sonrasında hadi banyo vakti deyince kavga çıkıyor haberiniz olsun.

9. Kirli çoraplarını kendisi yıkasın :) Özellikle erkek çocuklarına bol bol ev işi yaptırmayı unutmayın. 

 
10. Makarna boyama. Makarnaları boyayıp ipe dizerek kolye yaptırabilirsiniz. Yalnız bir makarna canavarı ile karşı karşıyaysanız gözünüzü üzerinden ayırmamanız tavsiye edilir. Pişmemiş boyalı makarnayı ağzına götürürken yakalayabilirsiniz zira :)
11. Manavcılık, bakkalcılık oynayabilirsiniz. Kağıtların üzerine birden beşe kadar rakamlar yazarak para da yaptık. Hem sattığı ürünü tanıyor, hem de sayıları öğreniyor. Dükkana her girişimde "Nasılsın manav amca?" "Hüsniye teyzeye selam söyle." gibi şeyler de söylüyorum :) Gerçi bizim manav amca biraz sabırsız, hemen satışa geçiyor ama sosyal bir oyun bu aslında. Sayıları, nesneleri illa öğrenir. Hayatına dokunan her insanın halini hatrını sormayı öğrenmeli önce. Yani bence.

12. Su gibi koliler de müthiş etkinlik kaynağı. Elinize geçen koliyi sakın atmayın. Mutlaka bir etkinlikte işinize yarar. Bir şehir inşa edebilirsiniz. Koca kafa bir adam yapıp ağzını kesersiniz kaşıkla o adamı saatlerce yedirebilir (yemek olarak fındık kullandık), siz de işinize bakarsınız. Fırın yaparsınız. Yatay koyarsınız pota olur, dikey koyarsınız kale olur. Yeterince büyükse ev olur. Ortasını delip lastikler bağlarsanız gitar bile olur. Düşünürseniz olur da olur, hatta oldukça olur.



13. Balkona asmak için kuş yemliği hazırlayabilirsiniz. Balkona kuş gelsin istemiyorsanız hazırlayıp dışarıda bir ağaca da asabilirsiniz. Biz hazırladık, balkona astık ama hiç kuş gelmiyor :(

 




















14. Etkinlik zarı. İkinci etkinlik için yaptığım zarın üzerine hayvan resimleri yapıştırarak gelen hayvanın sesini taklit etme oyunu ve hareket resimleri yapıştırarak gelen hareketi yapma oyunu için de kullandım. İstediğiniz hayvanların ve hareketlerin resmini çıktı almanız yeterli. Özellikle hareket oyunu çok eğlenceli oluyor. 


15. Yemek yaparken ve sofrayı hazırlarken size yardım etsin. Taşıyabileceği şeyleri sofraya götürmesini isteyin. Sofra hazırlama işlemini baştan sona kendi başına yapması için bazen yer sofrası hazırlatıyorum ona. Sofra bezini seriyor, tepsiyi götürüyor, tabakları, çatal kaşıkları götürüyor. Kendi nasıl istiyorsa öyle diziyor. Kırılmayacak şeyler kullanıyoruz tabi. Kendi başına pankek yapabiliyor, yumurtasını kendi kırıyor, kendi çırpıyor. Pişirme tarafına henüz geçmedi ama ön hazırlıkta sağ kolum olduğunu söylemeliyim. Birlikte kek yaparken müthiş eğleniyoruz.





16. Birlikte bir şeyler yetiştirin. Çiçek de olur ama ürün alabileceği, dalından koparabileceği bir şey olursa daha güzel olur. Tohum olarak alırsanız toprağa birlikte ekin, birlikte sulayın. Büyümesini izleyin. Dalından koparsın. Yıkasın. Sofraya getirsin. Sevdiği bir şey seçmişseniz yesin :) Doruk domatesleri elleriyle bize yedirdi. Olsun, o da güzel.








17. Balonların üzerine suratlar çizin. Sonra o suratları konuşturun. Birini o alsın, birini siz doğaçlama bir oyun oynayın. Öğretmek, işlemek istediklerinizi de onlar aracılığıyla verebilirsiniz. Mutlu surat üzgün surata "Hayat çok güzel ve çok kısa. Üzülerek harcayacak her an kayıp." diyebilir mesela.





18. Pipetle nefes çalışması yapabilirsiniz. İki kale koyup birlikte futbol oynayabilirsiniz. Ona bir yol hazırlayıp topu (küçük keçe top) pipetle bu yoldan geçirmesini isteyebilirsiniz. Kilitli poşetin içine kağıttan karlar yapıp üstüne de bir kardan adam çizip pipetle karları uçurmasını söyleyebilirsiniz. Makasla kar yapımına yardım ederse makas kullanımını da geliştirir bu arada.



19. Farklı materyalleri kullanarak resim yapmayı daha eğlenceli hale getirebilirsiniz. Bitmiş bir roll-on şişesine boya koyup onu kalem olarak kullanabilirsiniz. Mandallara pamuk takarak fırça olarak kullanabilir, renkli karlar yapmasını isteyebilirsiniz.



Ve yıllık etkinlik paylaşımımı da tamamladığıma göre artık çekilebilirim :)






31 Ekim 2016 Pazartesi

Kitap Önerisi: Yüzyüz - Pezzettino

Yüzyüz

Bu kitabı ilk okuduğumuzda yüzümde bir gülümseme, aklımdan ne güzel bir kitapmış diye geçirirken Doruk sessizliği bozdu ve "Çok güzelmiş" dedi. İkimizi de çok etkiledi ve en sevdiklerimizden oluverdi.

Yüzyüz kırmızı minik balıklar sürüsünde kara bir balık. Sürüsünden tek farkı rengi değil tabi. Koşul ne olursa olsun hayattan kopmamayı, yaşamaktan vazgeçmemeyi ve liderlik etmeyi anlatıyor kitap.

Çizimler çok keyifli. Az cümleyle çok şey anlatıyor. Kesinlikle tavsiye ediyorum

Pezzettino

Bir yerlere bir şeylere ait olma, aidiyet hissi var ya... Hani o hepimizin en çok ihtiyacı olan. Pezzettino bu duyguyu anlatıyor işte. 

Küçük bir parçacık olan Pezzettino kendinden büyük olan ve bir şeylerle meşgul olan diğerlerinden birinin parçacığı olduğunu düşünüyor. Nereye ait olduğunu bulmaya çalışıyor. Ta ki parçalarına ayrılana kadar. Hayat da öyle değil mi? Parçalarımıza ayrılmadan 'Ben kendimim' diyemiyoruz.

Bu iki kitabı alıp önce biz yetişkinler okumalıyız. Öğreneceğimiz çok şey var bence.

28 Ekim 2016 Cuma

40 Kere Söylemenin Gücü

Yanlış olduğunu düşündüğün, inanmadığın bir şeyi birkaç kez duyarsan farkında bile olmadan gerçek olduğuna inanmaya başlıyorsun. Bilimsel araştırmalar söylüyor, ben değil. Bugün güzel bir şey yapın ve birisine ne kadar güzel olduğunu söyleyin ve hatta bunu her gün tekrarlayın. Sizden defalarca duyması hayatını değiştirecek, emin olun.

Çocuğunuzun cesur olmaya mı ihtiyacı var? En ufak bir şeyde, her fırsatta çok cesur olduğunu vurgulayın. Güçlü olmaya mı ihtiyacı var? "Çok güçlüsün", "Bunu yapacak gücün içinde bir yerde olduğunu biliyorum", "Seni tanıyorum, beni yapamayacağına inandıramazsın" gibi şeyler söyleyin. Ne bileyim eksik olduğunu düşündüğünüz şeyle ilgili olumlu vurgular yapın sürekli. Karakter özelliklerine dikkat etmek gerekiyor ama. Değiştiremeyeceğimiz şeyleri zorlayıp durumu daha da kötüleştirmeye gerek yok.

Atalarımız da aynı şeyi söylemiyor mu? Bir şeyi kırk kere söylerseniz olur. Hadi söyleyin.

27 Ekim 2016 Perşembe

Gece Gece

Bende yanlış başlayan, yanlış giden çok şey var. Her insanda ya da çoğu insanda olduğu gibi. Sürekli düşünüyorum. Oğlumda nasıl olmayacak. Anne karnındayken yaşadıklarımızı bile geçiyorum, atalarımızın anılarına kadar kayıtlı ruhumuzda. Saf bir şekilde kendi gibi olabilen tek bir insanoğlu yok koca dünyada. Koca dediğim de minicik ben için koca.

Bazen her şey annede bitiyor gibi geliyor. Bütün kayıtları silmek, yeniden yazmak, güzel ya da kötü yazmak. Bunun sorumluluğunda eziliyorum. Bazen fazla kaderci oluyorum. Beynimin içinde hiç görmediğim, hiç tanımayacağım yabancıların fikirleriyle doluyum. Ben kendim olamıyorken oğluma nasıl bu şansı vereceğim?

Yanlış yapıyorsun Esin diye baskı yapıyorum kendime sık sık. Daha çok yanlış yapıyorum o zaman. Hem de tam yanlış olduğunu düşünürken.

Fazla sorgulamaya başladım kendimi, hayatı, insanı. Bu bir farkındalık yaratıyor. Bu farkındalık bilinçli mutluluğu getirirken bilinçsiz mutsuzluğu da getiriyor. Anlayamadığım. Çözemediğim. Daha çok yolum var belki ya da yolumu aşıyorum, yapmamalıyım. Çözemeyeceklerim var çünkü, bana ait olmayan ama dibine kadar beni etkileyen. Ruh denilen neymiş onu çözdüm kendimce, çok sinir bozucu. Bana ait olmayan, farkında olmadığım ya da unuttuğum şeylermiş ruhum. Benim ruhum.

Günlerdir uyuyamıyorum. Düşünüyorum. Ama belli bir şeyi değil. Çok karışık kafam. Haftalardır başımda bir ağrı. Bu kadar düşünmek iyi değil. Biliyorum. Ama iyi gelmek istiyorum oğluma. Düzelmeye çalışıyorum bu yüzden. Nereden başlamalıyım, ne yapmalıyım bilmiyorum. Yaptıklarım doğru mu bilmiyorum. İyi anne olmak değil, iyi Doruk için yol gösterici, yol yapıcı olmak istiyorum. Bu baskı büyük hatalara neden oluyor bazen. "Ben"i bulmak istiyorum içimdeki. En doğrusu o biliyorum. 

Görünen "ben"in en temel maddesi kötü anılar sanırım. Hatırladığın, hatırlamadığın. İyi bir "ben" çıkması nasıl mümkün olabilir bilmiyorum. Kötü anıların olmaması mümkün mü? Bazı konularda neyin doğru neyin yanlış olduğunu ayırt edemiyoruz bile. Doruk'un kötü anısı olmasın diyorum mesela. Benim bütün anılarım daha doğmadan, mercimek bile olmadan kaydedilmiş beynine. Onu nasıl çözeceğiz? Var mı bir yolu?

Deli konular, deli sorular var kafamda. Yazmaya başlayınca melankoli geliyor bana. Bir kişilik bozukluğu çıkabilir bundan. Çünkü kalemi elime almadan önce aklımda olan tek şey yarın gözüme kestirdiğim, hiç tanımadığım birine günaydın diyeceğim, gülümseyeceğim ve yabancılarla sosyalleşmenin gücünü deneyeceğimdi (Kio Stark'ın TED konuşmasını dinledim yeni). Yazdıklarım ne alaka dimi? :)


30 Eylül 2016 Cuma

D-Man Konuşuyor

Doruk konuşmaya çok geç başladı. Ben işe döndüğümde ondokuz aylıktı ve daha 'anne' dememişti. Üçüncü gün demeye başladı. Aslında her şeyin farkında ama işaretle her şeyi anlatabiliyor diye tembellik yapıyor, birkaç gün anlamazlıktan gel bak nasıl konuşacak dediler. Acelem yok dedim. Erkek çocuk geç konuşur derler. Eninde sonunda konuşacak. Çocukla inatlaşmaya, anlamazlıktan gelip çıldırtmaya gerek yok. Herkes bir şey der ya dediler. Desinler. Oğlumu kıyaslamayın dedim. Benimle uğraşmayın dedim. Sen onu boşver de nolacak bu memleketin hali dedim. Dedim.

Sonra konuşmaya başladı. Bazı çocuklar erken konuşur, söyleyebilecekleri her şeyi pat diye söylerler. Bazıları da biriktirip konuşur. Düzgün konuşur. Doruk biriktirip konuşanlardan. Kelime kelime uğraşamam, benim olayım cümlelerle diyenlerden. Evet, bunlar herkesin bildiği, yaşadığı şeyler. Asıl konuya geçiyorum.

Düzgün konuşuyordu ama fazla düzgün konuşuyordu. İki yaşını doldurmamıştı daha, içindekileri dökülmeye başlayalı birkaç gün olmuştu ki üçüncü cümlesini kurdu "Babanın iki tane saati vay." İki yaşında "Musu veydiğim için ondan vey (muzu verdiğim için fıstık ver)" gibi hesapçı cümleler kurmaya başlamıştı. Kelimelerde ufak tefek problemler var evet ama düşük cümle sayısı çok çok az, onların da olmadığını anlıyor ve düzeltmeye çalışıyor genelde. Şu an iki buçuk yaşında daha uzun cümleler kurabiliyor. Kendi uydurduğu hikayeleri çok düzgün bir sıralamayla anlatıyor. Bir şeyi anlatamadığı ya da anlatamadığım olmadığı için uzun uzun sohbet edebiliyoruz.

Çünkü benim oğlum üstün zekalı :)) 

Demek isterdim ama o her şeyi çocuğunun üstün zekasına bağlayan 'üstün' zekalılardan değilim neyseki. Yeni nesil bizden zeki, evet. Olmalı da, normal. Ama hepsi çok zeki. Ve doğar doğmaz zeka ölçümüne girmek çocuklar için çok büyük bir haksızlık bence. Doruk, böyle devam ederse ileride bir gün kendine yetecek bir çocuk, çoğu çocuk gibi. Bu benim için yeterli bir bilgi.

Peki nasıl böyle mükemmel konuşuyor?
Çok sevdiğim bir büyüğüm "Doruk tanıdığım bazı edebiyatçılardan daha düzgün konuşuyor." diyene kadar fazla dikkat etmemiştim aslında ne kadar düzgün konuştuğuna. Sonra iki buçuk yaş kontrolü için doktoruna gittik ve ben Doruk'un neden bu kadar düzgün konuştuğunu anladım. "Doruk bir çok yetişkinden düzgün konuşuyor. Kitap dili kullanıyor. Demekki çok kitap okumuşsunuz Doruk'a."

Evet, çok kitap okumuştum. Hala okuyorum. Ben okumasam Doruk istiyor ve kitap okumadan asla uyumuyor. Doruk'a kitap okumaya ne zaman başladığımı hatırlamıyorum. Karnımdayken bile olabilir. Doruk ikibuçuk yaşında ve birçok yetişkinden (ne yazıkki öyle) daha geniş bir kütüphaneye sahip.

Bir kitapta okumuştum "Liderlik, ayağa kalkıp ne düşündüğünü söyleyebilen kişilerin ulaşabileceği bir şeydir." Ne kadar doğru. Hepimiz konuşabiliyoruz ama iyi yerlere gelenler iyi konuşanlar oluyor genelde. Kim çocuğunun iyi yerlere gelmesini istemezki. Ve bunun için yapabileceğimiz en basit şey kitap okumak. Düzgün anlarsa, düzgün konuşursa yapamayacağı hiçbir şey yok.

Bu arada çocuğun duyduğu kelime sayısı arttıkça zekasının da geliştiğini gösteren araştırmalar var. Çok kitap okuyarak çocuğumuzun zekasını da olumlu etkiliyoruz demektir bu. O zaman ne yapıyoruz? Bol bol kitap okuyoruz. Hadi..

7 Eylül 2016 Çarşamba

Aidiyet Sorunsalım

Oldum olası kendimi bir yere, bir şeye ait hissedemedim. Ve yıllar sonra öğrendim ki insanın en büyük ihtiyacı aidiyet hissiymiş. Ben söylemiyorum, bilim adamları söylüyor. Bütün hayallerin gerçek olsa da, kusursuz, sorunsuz bir hayat yaşasan da mutlu olamazmışsın kendini ait hissetmiyorsan. Evet, her şey mükemmel giderken bile dolu dolu mutlu olamadım hiç. Hep bir melankoli vardı üzerimde. Ta ki…

Doruk’la tanışana kadar. Yo yo, kendimi Doruk’a ait hissetmiyorum tabiki. Bu benim için de onun için de çok kötü bir şey olurdu herhalde. Birbirimize ait olmadığımız kesin ve zaten konu sahiplikle ilgili de değil. Bir yere, bir şeye, hatta bir ana ait hissetmekten bahsediyorum, benim için anlatması o kadar zor ki. Bilmediğim, hissedemediğim bir şeydi çünkü. Tersini anlatmayı deneyebilirim belki.

Yaşadığım hiçbir eve ait hissetmedim. Ana ocağı, öğrenci evi, aile kurmayı denediğim ev, kurduğumu düşündüğüm ev. Her gün bir otele gidiyormuşum gibi yaşadım, yaşıyorum. Hiçbir şehre ait olmadım, yaşamayı sevmediğim şehirler var ama özellikle sevdiğim bir şehir yok. Bir insana, bir gruba ait olamadım. Kendime bile. Ailemle, sevdiklerimle, anlaştığım insanlarla, arkadaşlarımla, istisnasız tanıdığım, yolumun bir şekilde kesiştiği her insanla birlikteyken veya uzakken ve hatta bir şeyler paylaşıyorken bile hep yalnız hissettim. Buna kırılacak, gücenecek insanlar olabilir. Ama böyle ve bu elimde olan bir şey değil. İstediğim bir şey hiç değil. Yaşadığım hiçbir anla, hiçbir anıyla özdeşleşemedim. Hep dışarıdan baktım, sanki başka birisi yaşıyormuş da ben seyirciymişim gibi. 

Hayatımda ilk defa çemberin içindeyim. İlk defa bir şeye, bir duyguya, hem de zorlayıcı bir sorumluluk duygusuna ait hissediyorum. Annelik. 

Yanlış anlaşılma olmasın. Anneliğin ne kadar mükemmel olduğunu anlatmaya çalışmıyorum. Mükemmel mi değil mi bilmiyorum da. Önemi de yok aslında. Doruk bana ihtiyaç duyduğu sürece, belki de çok kısa bir süre, ben bu duyguya ait hissedeceğim. Ne kadar sürerse sürsün bunun için minnettarım. Evet, oğluma teşekkür ediyorum bunun için. Her şeye inat dünyaya gelmeyi seçtiği için, direndiği için.

Hayattan çok fazla şey istiyoruz, bekliyoruz (bunun yanlış olduğunu söylemiyorum, istemeden olmuyor) ama aslında bizi mutlu eden şeyler düşündüğümüzden çok daha basit, küçük. Ait hissetmeye başladığımdan beri hissederek yaşıyorum. Ve bu en büyük mutluluk bence. Çemberin içinde olmak yani.

Sevgiler,

1 Eylül 2016 Perşembe

Karmakarışık Bir Deneme

Bilmiyorum! Ne bileyim!

En sevdiğim laflar bunlar. Ne kadar çok olsam da o kadar az olduğumu hatırlatıyorlar bana. Ne kadar çok derken de şımarıklık yapmıyorum. Herkes kadar çok işte, kimseden çok değil yoksa.

Kafamın içinde binlerce Esin var. Bir tanesi var; başına buyruk, kelimenin tam anlamıyla hür, bağları bağımlılıkları da yok. Düşünmeyi de pek sevmiyor. Biliyor ki düşünmediği zaman her şey çok daha iyi yürüyor. Etrafında yeterince Esin var zaten düşünen. Görüyor, onlarda bir şeyler hep eksik, yolunda gitmiyor. Ama bir sorunu var bu Esin'in, diğer Esinler onun adına da düşünüyorlar. O, düşünmeden hareket edecek olsa diğerleri önüne çıkıyor hemen. Bağları, bağımlılıkları yok ama engelleri var. Çok Esin var çünkü.

Bir tane bile Esin yok oysa. Bir video vardı, bir insanın uzayda ne kadar minicik kaldığını gösteren. İşte öyle, atomun alt parçacıklarından bile küçüğüz aslında. Neredeyse yokuz yani. Canım sıkkın olduğunda bunu düşünmeye çalışıyorum. Olmayan birinin olmayan problemleri çok da ciddi gözükmüyor o zaman. Bunu düşünmek de zor gelebiliyor bazen, kafamın içinde susmayan Esinler varken ne kadar az olduğumu düşünemiyorsam Franz Kafka'nın sözünü hatırlatıyorum kendime: "Ölümün olduğu bu dünyada hiçbir şey ciddi değildir aslında." Şu anda ne kadar çoksam da bir gün hepsiyle birlikte yok olacağım. Hem de çok yakın bir günde. Öyle değil mi?

Eğer yazımı okuyorsanız giriş, gelişme, sonuç beklemeyin. Çünkü bunu yazan karmakarışık Esin. Kalem onun elindeyken yazı nereye gidecek bilemiyoruz (kalem burda mecaz değil, karmakarışık Esin antiteknolojik de ayrıca). Zaten yazmasının belli bir amacı da yok. Sabah bir makale okudu, sırlarla ilgili. İnsanı hasta eden sırrın kendisi değil, o sırrı içinde tutmakmış genelde. Benim de sırlarım var, her insan gibi. Sırları tutan Esin çok ketum. Karmakarışık olansa bu sırları bilmiyor. Belki yazarken çözerim diye yazmaya başladı. Paylaşmak istediği ne bilmiyor ama paylaşırsa rahatlar belki diye deniyor sadece.

Sanırım bu sefer başaramayacak, belki sonra yine dener.

Bu karmakarışık yazıyı anlamlı bir yere bağlamaya çalışacağım. Başaramayabilirim tabi. Sırrınız varsa ve bir nedenle bunu kimseyle konuşamıyorsanız (utanç, korku, konuşacak kimsenin olmaması), hiç tanımadığınız biriyle konuşun. Kesinlikle bir psikologdan bahsetmiyorum. O da olabilir tabi ama bana sıradan bir yabancı daha içten geliyor. Yorum yapmayacak sıradan bir yabancı. Metroda yanınızda oturan biri (bu ben olabilirim mesela) bile olabilir.

31 Ağustos 2016 Çarşamba

Bir Zaman Okumuştuk :)


Hayat yoğunluğundan diyorum, ne zamandır tek kelime yazamadım. Bu kitapları bir zaman okumuştuk, üstünden çok hafta çok kitap geçti. Ama ancak yazabiliyorum.

Çikolata sosyal bir suaygırı. Şehirde herkesin kullanabileceği banyolar olduğunu duyunca yollara düşüyor denemek için. Şehre ayak uydurmak için kıyafet ve ayakkabı satın alıyor. Banyoları deniyor, eğlenceli bir gün geçirip geri dönüyor. Eğlenmesine eğleniyor ama dar kıyafetleri, küçük küvetler ve yataklar ormanı özlemesini ve aslında en güzel banyonun kendi banyosu olan göl olduğunu anlamasını sağlıyor. Genel olarak bakınca güzel bir kitap ama detaya inince suaygırının gittiği ortama uymak için alışverişe girişmesinden çok hoşlanmadım. Kitapların vereceği küçük mesajlar çok önemli bence ve 'kendin gibi ol' mesajını tercih ederdim burda.

Neşeli Orkestra İş Bankası yayınlarının çok sevdiğim kitaplarından biri. Daha önce de yazmıştım. Bir yaşından beri okuyoruz bu kitabı. Özet geçmek gerekirse bu kitapla bütün hayvanları, enstrümanları ve bazı ulaşım araçlarını öğrenmesi mümkün. Müzikleri de çok güzel.

Marmelat ve Dört Mevsimi de yazmıştım. Ara ara aklına gelen, çok sevdiğimiz kitaplardan.

Tombik Ayı Teşekkür Ediyor Tombik ayının tüm kitapları gibi arkadaşlığın ne kadar değerli ve güzel olduğunu anlatıyor. Her şeyin karşılığı olması gerekmediğini, bir teşekkürün yetebileceğini, çünkü arkadaşlığın böyle bir şey olduğunu vurguluyor. Tombik ayının şiirsel anlatımı nedeniyle okuması da çok keyifli bir kitap.

26 Temmuz 2016 Salı

Oturduğunuz Yerden Ağaç Dikmek İstemez miydiniz?

Hepimiz doğa aşığıyız. Hepimiz doğayı korumak için yanıp tutuşuyoruz ya. Ama vakit yok ya da nakit yok ya. İşte buyrun. Aslında hiçbir şey yapmadan da ağaç dikebilirsiniz.


Ecosia... 2009 yılının sonunda kurulmuş bir arama motoru. Reklam gelirlerinin %80'ini Afrika'da ağaç dikme projelerine ayırıyorlar. Yaptığınız her aramada bir ağaç dikildiğini düşünsenize. Evet, ecosia böyle bir şansı sunuyor size. Ecosia ağaç dikimi için gerekli parayı kazanırken ortak firmaları Weforest de bu ağaçları dikiyor. Ve bağış makbuzlarını düzenli olarak paylaşıyorlar. Yani o ağaçlar gerçekten dikiliyor.

Google kullanıcıları için google sonuçlarını görüntüle seçeneği de var. Gerçi ben denedim aynı sonuçlar gelmiyor ama bu benim teknoloji özrümden kaynaklanıyor da olabilir. Bir ayarı varsa yapamamışımdır, atlamışımdır falan. Her neyse sonuçlar başarılı ya da başarısız ben ecosia kullanıyorum artık. Sağ üst köşede dikimine yardımcı olduğunuz ağaç sayısını görüyorsunuz. O sayı arttıkça mutlu oluyor insan.

Şimdiye kadar 4.727.452 ağaç dikmişler ve sayı giderek artıyor. Bu ne demek biliyor musunuz? Dünyadaki internet kullanıcı sayısını hesaba katacak olursanız, eğer bu arama motorunun kullanımı artarsa Afrika'daki kuraklık bitebilir demek. Yerinizden kalkmadan dünya için bir şey yapmak istemez misiniz?

15 Temmuz 2016 Cuma

D-Man Dinozor Müzesi'nde

İtiraf ediyorum. Burnumuzun dibindeki müzeden uzunca bir süre haberim yoktu. Oysaki dinozorlar Doruk'un en sevdiği canlılar. Evet canlılar diyorum. Çünkü aslında nesilleri tükenmiş sanılsa da son bir yumurta kalmış ve milyonlarca yıl sonra çatlamış. İnsanlardan korktuğu için saklanıyormuş ama tesadüfen Doruk'la karşılaşmışlar ormanda ve arkadaş olmuşlar. Şşşşş! Kimse duymasın. Doruk'un camının önündeki ağacın tepesinde bazen buluşuyorlarmış. Doruk dinozora sandviç ve portakal suyu götürüyormuş, dinozor da ona elma veriyormuş. Çok yakın arkadaşlarmış. Sormayın :)

Her akşam uykudan önce kitap okuyoruz ama bazı akşamlar kitap yerine hikaye istiyor Doruk. Konuyu çoğu zaman kendi belirliyor. Bir akşam Doruk'la dinozoru anlat dedi. Ve böyle bir hikaye çıktı ortaya. Sonra gelişti, değişti. Dinozor bize yatıya bile geldi :)

Ve ben biraz geç olsa da Türkan Saylan Kültür Merkezi'nde dinozor müzesi olduğunu duydum. Gitmemek olmazdı. Doruk'a dinozor müzesine gidiyoruz dediğimde heyecanını görmeliydiniz. Gidene kadar "bis dinosoylaya gidiyoyus dimi? dinosoylay yapıyo? dinosoylayı sevices dimi? dimi?" deyip durdu. Kapanış saatini yanlış biliyormuşum, gittiğimizde kapanmıştı. Dinozorlar çok yorulmuş, uyuyorlarmış diye geri döndük. Yarın geleceğiz yine dedik. Ertesi gün o yoldan geçerken Doruk yeri tanıdı ve "yayın dinosoyları sevmeye gelices dimi?" diye sordu hemen. Yarın olduğunu bugün gideceğimizi anlattık birkaç kez :) Ve sonunda gittik.

Küçük bir müze. Çok fazla dinozor yok. Ama olanı hareket sensörlü, yaklaşınca hareket ediyor, ses çıkarıyor. Çok keyifli yani. Gerçek boyutlarıyla orantılı yapılmamış, belki alanın küçüklüğündendir, bilmiyorum.

Doruk başta korktu biraz. Hareket ettikleri için -ki ben hareketlerini çok başarılı buldum. Göz kırpma, nefes alma efektleri gerçekçi olmuş- tek başına yanaşamadı. Oturma alanlarına oturup hayranlıkla seyrettik önce. Sonra yavaş yavaş tek başına yaklaşmaya da başladı. Ama ara ara arkasını kolladı tabi, biri kafayı uzatıp totoyu götürmesin diye :) "Aaaa dinosoylay -trex- bile vaymış dimi anne?" Sonra arkadaşımızla karşılaştık, Doruk'a "akşam ağaçta buluşalım mı? sandviç getirir misin yine?" diye sordu. 

Küçük bir müze ama dinozor seven çocuklarınızı mutlaka götürün. O heyecanı, o mutluluğu anlatamam. Büyük çocuklar için belki çok tatmin edici olmaz ama Doruk 2,5 yaşında ve onun yaş grubu için çok keyifli. Doruk hala ara sıra "bis dinosoy müsesine gittik dimi? yine gidelim mi?" diye yokluyor. 

Sevgiler.

22 Haziran 2016 Çarşamba

Sade Olsun Lütfen

Descartes ne demiş? "Karmaşık şeylerin güzel olduğunu düşünmek insanların ortak yanlışıdır."

En sevdiğim sözlerden biridir. Karakter olarak oldukça sade bir insan sayılabilirim. Makyaj yapmam. Abartılı giyinmem. Fazla eşyaya katlanamam. Tüketim insanı olmadım hiç, alışveriş çılgını da. Şaşaalı hiçbir şeyi sevmem. Şık yerleri değil salaş olanları tercih ederim. Sıkıştırılmış, dolu doludan ziyade dolup taşan tatilleri değil de yavaşlatılmış tatilleri severim. Kalabalıktansa kendimle kalmayı isterim. Düşünce kirliliğine ise hiç tahammülüm yoktur, beynim çok konuşursa hemen uyur sustururum.

Kısacası tam olarak sade, minimalist çizgide durmasam da çok yakınında takıldığımı düşünmüşümdür hep.

Geçenlerde bir kitap okudum. Ve o çizgiye yakın durmamın aslında yeterli olmadığını anladım. Oğlum için çizginin tam üstüne çıkmalıymışım, buna bütün kalbimle ve mantığımla inandım. Neyseki sadelik huyum olduğundan zaten kendiliğinden belli bir aşama kaydetmişim ve işim çok da zor olmayacak sanırım.

Daha Sade Bir Hayat... Kitabı alıp tanıdığım bütün annelere göndereyim dedim önce. Sonra baktım ki büyümüşüz, listede çok anne var, vazgeçtim :) Yazayım dedim, herkes kendi alsın. Sadece anneler değil tabi, babalar da okusun.

Kitap adından da anlaşıldığı üzere çocuğun hayatını sadeleştirmenin önemini anlatıyor. Önemini anlatmakla kalmıyor, yöntemlerini de anlaşılır bir dille sıralıyor.

Çocuğumuzun hayatını neden sadeleştirmemiz gerekiyor? Kısaca bahsedeyim. Çünkü çok fazla şey (oyuncak, etkinlik, seçenek, bilgi, hız, ekran, kıyafet, kitap, hatta insan bile...) çocuklarda büyük bir stres yaratıyor. Çocukluk hızını yetişkin yaşam hızına uydurmak çok büyük bir haksızlık. Çocuk böyle bir karmaşanın içinde kendini olduğu gibi keşfedemiyor. Bizim ebeveynler olarak onlara, çocukluklarını yaşayabilecekleri zamanı ve mekanı sağlamamız gerekiyor. Bunun için de tek yapmamız gereken, hayatlarını sadeleştirmek.

Kitapta sadeleştirmeye ilk olarak bizi zorlamayacak şeylerden başlamamız tavsiye ediliyor. Mesela oyuncaklar başlangıç için iyi bir seçim diyor. Daha o bölümü okurken uyguladım ben bu sadeleştirmeyi. Zaten ortalıkta çok fazla oyuncak olmuyordu. Birini çıkarınca birini kesin kaldırıyordum ama bütün oyuncaklar Doruk'un bildiği ya da ulaşabildiği yerdeydi. Doruk uyuyunca oyuncaklarının yüzde seksenini kocaman bir koliye koyup kaldırdım. Saklamak istemediklerimi de verdim. Geriye kalanlardan 4-5 tanesini oyun odasında bıraktım. Diğerlerini arada değiştirmek için ulaşılabilir bir yere kaldırdım. Kitapta kaldırılacak ve kaldırılmayacak oyuncakları detaylı olarak anlatıyor ama aklımda kalan çocuğun değer verdiği oyuncakları, yapı oyuncaklarını ve sanat malzemelerini bırakmak gerektiği. Kaldırmadığım oyuncaklar şunlardı: Kepçe ve arabalarından kalabalık olmayacak ama oyun kurmaya yetecek bir azınlık, legolar, marangoz sehpası, müzik aletleri, bir iki peluş, mutfak, dinozor ve hayvanlardan oluşan minyatür oyuncaklar. Bunların bir kısmını odada bıraktım, diğerlerini dolaba kaldırdım. Ve Doruk'un günler sonra aradığı tek şey kıymetli dinozorları oldu ki onları da zaten en değerli oyuncaklarından olduğu için kaldırmamıştım. Başka bir şeyi kaldırıp onları çıkardım. Ben hiçbir zaman oyuncak dağına izin vermediğim halde kısmen yaşanan bu oyuncak azalması ne işe yaradı biliyor musunuz? Kendi kendine oyun kurup oynama süresi uzadı. Çocuğunuzun odasında minik bir dağ varsa kaldırın. Farkı görünce zaten kitabı okumak isteyeceksiniz.

Oyuncaklardan sonra sıra kitaplara geldi. Kitap sever bir annenin oğlunun haliyle yüz belki daha fazla kitabı olmuş ben farketmeden. Kitapları zaten ulaşamayacağı bir yerde saklıyordum. Her gün 5-6 kitap okuyorduk ve bu kitapları haftalık değiştiriyordum. Kitaplarını düzenleyip yerini değiştirdim. Artık kitapların yerini bilmiyor. Okuduğumuz kitap sayısını dörde düşürdüm, niyetim yavaş yavaş üçe inmek. Ve kitap seçimine özellikle dikkat etmeye başladım. Yoğun bilgi yüklemesi olmaması için bir bazen iki kitabı uzun hikayeli seçiyorum, diğerleri görsel ağırlıklı oluyor.

Kıyafete gelince zaten hiç ihtiyacından fazlasını almadım, hatıra sakladığım bir iki parça dışında küçüleni hemen veriyorum. Arada bir 'bunu mu bunu mu giymek istersin' diye sorsam da çoğu zaman seçenek sunmuyorum. Eh erkek çocuk rahatlığı da var, kabul ediyorum.

Kitap sadeleştirmeyle ilgili diğer bir aşama olarak ritmi anlatıyor uzun uzun. Çocuklar belli bir düzene, bir ritme sahip oldukları zaman kendilerini güvende hissediyorlar ve çocukluğunu kontrol etme çabasıyla harcamak yerine oyun ve keşfe odaklanabiliyorlar. Mesela ailecek yenilecek akşam yemeğinin ne kadar önemli olduğunu vurguluyor. Düzenin sağlanamadığı durumlarda da çocuğu önceden bilgilendirmenin gerekli olduğunu anlatıyor. Neyle karşılacağını bilmeyen çocuk, kontrolü ele geçirmeye çalışıyor ve evin küçük müdürünü oynayabiliyor. İş ve trafik hesaba katıldığında düzen biraz zor gibi gelebilir. Ama olabilecek çözüm önerileri üretilebiliyor mutlaka. Mesela Doruk annesi açısından şanslı bu konuda. Her akşam ve her hafta sonu birlikteyiz, net. Yemeklerimiz, hayatımız şimdilik düzenli gidiyor. Babasının ise çalışan olarak gösterdiği müthiş planlamayı oğlu için özel hayatına da uygulaması gerekiyor. Kitabı okumasını istedim, belki bunun ne kadar önemli olduğunu anlar okuduğu zaman.

En sevdiğim bölüm ise planlanmış aktivitelerle ilgili olanı. Doruk o kadar büyümedi henüz ama etrafa baktığım zaman çocukların neredeyse bizden daha yoğun olduğunu görüyorum. Biz ebeveynler müthiş bir yarış içindeyiz ve çocuklarımız da yarış atlarımız olmuş ne yazıkki. Neyseki hırsları ve egosu yerin dibinden çıkamamış bir insan olarak anneliğimde de yarışa giremedim. Oldum olası sınavlardan, yarışlardan nefret ettim ve hep kaçtım kendi yöntemlerimle. Doruk için de kaçacağım. Yani Doruk her gün bir kursa, bir derse katılmayacak, çılgınlar gibi derse boğulmayacak. Kendi isterse sabote edeceğim, edemezsem sınırlar koyacağım. Bakalım. Yanlış anlaşılmak istemem, hiç göndermeyeceğim demiyorum ama katıldığı etkinliklerin yanında boş zamanı olmasına dikkat edeceğim. Bu neden önemli biliyor musunuz? Çocuklar kendilerini kurslarda bulamazlar. Boş zamanlarında hayal kurarak, oyun oynayarak bulurlar. Canları sıkıldığında kendi yatkınlıklarını ve yeteneklerini keşfederler. Ve bu boş zamanlarda keşfettikleri özellikleri sonsuza kadar ceplerinde kalır. Çocukların üzerindeki baskıyı kaldırmak için de dolu dolu geçen günlerin sakin geçecek günlerle dengelenmesi gerekiyor zaten.

Belki en zor olanı fakat en gereklisi ise yetişkin hayatını filtrelemek. Ekranları, çocukları aşan konuları kısıtlamak. Daha az konuşmak, daha çok dinlemek. Ekran hep kısıtlıydı bizde zaten ama okuduktan sonra daha da azalttım. Ben zaten televizyon izlemem. Bazen Doruk'la film izliyoruz sadece. Ama kesin birlikte izliyoruz. Nemo mesela, en sevdiğimiz. Babası da o uyuduktan sonra izliyor izleyecekse. Bazen dışarı çıktığımızda durması için telefondan video izletiyorduk ama onu da bıraktım, sadece puzzle oynamasına izin veriyorum, o da kısıtlı. Çocuk sen oturmak istiyorsun diye oturmak zorunda değil. Çocuk bu, kuduracak. Kabul ettim. Oturmuyorsa oturmuyorum. Daha az konuşup daha çok dinledim hep ve bunun ne kadar doğru olduğunu biliyorum şimdi. Çocuğu ilgilendirmeyen şeyleri mümkün olduğunca onun yanında konuşmamak gerekiyor bir de. Yaşı küçük olduğu halde sırf anlayabiliyor diye yoğun bilgiye de boğmamak gerekiyor. Bu daha başarılı olmasından ziyade daha stresli olmasına neden oluyor çünkü.

Ve aslında sadece çocuklar için değil kendimiz için de sadeleştirmeliyiz hayatı. Kitabı okurken kendimi de düşündüm. Biraz sadelik yetmiyormuş bana. Çok sade olmalıymışım. Sadece sade olmalıymışım hatta. Benim öyle olmam da yetmiyormuş sanki. Herkesi sadeleştirmeliymişim hayatımdaki. Böyle hissediyorum. Sade olunca her şey daha güzel çünkü.



20 Haziran 2016 Pazartesi

Bu Hafta Neler Okuduk?

Artık kitap seçimlerinde sadece bir ya da iki ana kitap olmasına dikkat ediyorum. Diğerlerinin yoğun hikayelerinin olmamasına özen gösteriyorum. Dört tane uzun hikayeyle kafasını karıştırmaktansa bir ya da iki taneye yoğunlaşmasını daha doğru buluyorum. Böyle düşünmeye başlamamın bir sebebi var tabiki ama bu başka bir yazının konusu.

Marmelat ve Dört Mevsim bu haftaki ana kitaplarımızdan biri. Ella ve arkadaşı Maddy'nin kedisi Marmelat bir yıllığına giden Maddy'nin geri dönmesini beklerler. Bu bir yıl boyunca yaptıkları şeyler ve mevsim değişiklikleri keyifli bir dille anlatılmış kitapta. Kitabı almadan önce kapak resmini çok beğenmiştim. Kitabın genelinde çizimler çok başarılı. Doruk'un çok sevdiği kitaplardan birisi. 'Maymelatı okuyalım mı?' Okuyalım. Bence siz de okuyun.

İkinci ana kitabımız Ayıcık Nanu. Ayıcık Nanu cep kitap gibi küçük bir kitap ama hikayesi oldukça güzel. Nanu'nun annesi hastalanır ve bir süre hastanede kalması gerekir. Nanu annesini beklerken ona bir sürpriz hazırlamaya karar verir. Bahçelerine çiçekler eker, her gün onlarla ilgilenir ve babasına da annesinin yokluğunda yardımcı olur. Nanu hem annesini beklerken hem de çiçek yetiştirirken gösterdiği sabırla bize sabırlı olmamız gerektiğini öğretmeye çalışıyor. İkinci ya da üçüncü okumadan sonra Doruk ilk sayfasını açıp kendi okumaya başladı :) Ezberinden anladığım kadarıyla kitabı oldukça sevdi. 

Senin Gibi Olmak İstiyorum'da köpek kahramanımız köpek olmaktan sıkılmış, arkadaşı kedi gibi olmak istiyor. Kedi de ona kedi olmanın zorluklarından ve farklılıklarından bahsediyor. Kedileri tanıdığımız gibi herkesin olduğu gibi olması gerektiğini de görüyoruz.

Yavru Köpek National Geographic Kids'in topluca aldığım kitaplarından biri. Yavru köpeğin yaptığı hareketleri gösteriyor. Kısacık ve yorucu olmayan kitaplarımızdan biri.

10 Haziran 2016 Cuma

D-Man Karasu'da

Babam bir süre önce Karasu'dan ev aldı. Bizim evden iki saatte gidebiliyoruz. Yani İstanbul için çok kısa bir sürede. Bu en çok da Doruk'un işine yaradı. Dedesi sık sık geliyor ve birlikte vakit geçiriyorlar. En güzeli de Karasu'nun doğası bir harika. Deniz ve kum mu istiyorsun, yeşillik mi istiyorsun yoksa nehirde balık tutmak mı? Hepsi var. Bir de sahilde oldukça büyük ve bakımlı bir parkı var ki daha ne olsun.

19 Mayıs tatilini dört güne tamamlayıp babam da Karasu'dayken gidelim dedik. Doruk'un en keyifli tatili bu olmalı, çünkü döndükten sonraki gün kovasını küreğini alıp kapıya yapışmış "Kayasu'ya gidelim, dedenin ayabası vay, o bizi alıy." :) diye tutturmuş. Mürvet abla beni aradı ikna edemiyorum diye, Doruk ilk defa telefonla konuştu benle "Kayasu'ya gitcez dimi?" :)

Dedesinin kayığına bindik, kumda oynadık, piknik yaptık, köpekleri kovaladık, balık tuttuk, ağaçta sallandık... Kısa da olsa Doruk'la böylesi bir deneyim yaşadıktan sonra annelik hayatımdan neden tatmin olmadığımı anladım. Günün büyük bir bölümünde oyuncakla dolu eve kapatılmış bir çocukluk yaşamasını istemiyorum. Ama tam da öyle oluyor. Artık Karasu'ya daha sık giderek bu açığı kapatma şansım var neyseki. Bize bu şansı verdiği için de babama teşekkür ediyorum, Doruk ve kendi adıma.