17 Aralık 2015 Perşembe

D-Man İğneada'da

Yazın son gezisini İğneada'ya yaptık. Yine bir anda karar verip hızlıca hazırlanıp düştük yola. Babam zaten birkaç gündür orada olduğu için kalacak yerimizi o ayarlamıştı. Daha önceden günübirlik gitmiştik İğneada'ya ama tam gezememiştik. Şimdi hem biz İğneada'yı iyice keşfetmiş olduk hem de Doruk dedesiyle ve doğayla dolu çok güzel vakit geçirmiş oldu. Hava çok sıcak olmadığı için denize giremedik ama deniz manzarasının tadını çıkardık.

 
"Mirazcık şımardıysam demekse, dedem yapıyormuştu hep şımartıyormuştu beni."

İğneada sahilde büyükçe bir çay bahçesi var. Parkı, bol bol da koşturacak alanı var ama en güzeli harika bir manzarası var. Biz manzaranın tadını çıkarırken Doruk da dedesini yormakla meşguldü.

Küçük bir pansiyonda kaldık. Barbekülü salıncaklı sevimli bir bahçesi vardı. Bahçede balık yaptık ilk akşam. Doruk uyku vakti gelince bile içeri girmeyi kabul etmedi. Ortamın sıcaklığı, İğneada'nın güzel havası göz önüne alınınca hiç de haksız sayılmaz. Bahçede kucağımda uyudu. Benim de işime geldi.


Ertesi sabah Limanköy'e gittik. Çok tavsiye ettikleri bir kahvaltıcı varmış orda, deneyelim bakalım dedik. Gerçekten de tavsiye ettikleri kadar varmış, biz de çok beğendik. Kahvaltısı doğal olmasının yanında oldukça zengindi. Birsen Tezer'in o muhteşem sesi eşliğinde öylesine güzel bir köyde kahvaltımızı yapmaktan çok keyif aldık. Sokaklar tavuklarla, kedilerle doluydu. Doruk da onların peşinde koşturmaktan çok mutlu oldu. Yolunuz düşerse Limanköy'de Ata Kahve'de kahvaltı yapmayı, üstüne bir de Türk kahvesi patlatmayı unutmayın.

Dönüş yolunda karşıdan karşıya geçmeye çalışan minik bir kaplumbağa ile karşılaştık. Biraz sevdik, okşadık ve onu yolun karşı tarafına geçirdik.

Bozulmamış bir doğanın içinden geçerken yakınlarımızda böyle yerler olduğunu bilmenin huzuruyla doluydu içim. Daha sonra İğneada'ya nükleer santral yapılacağı haberini okuyunca bu huzurdan eser kalmadı tabi. Güneşten, rüzgardan, doğa anadan böylesine nasiplenen bir ülkede nükleer santral neden anlamıyorum ve anlamayacağım.


Mert Gölü'ne gittik sonra. Doruk yolda giderken uyuduğu için peşinden koşturmadan manzaranın, doğanın tadını çıkarabildim. Hayır. Tabiki koşturmacadan şikayetim yok ama insan arada bir kendine ait küçücük minicik de olsa zamana ihtiyaç duyuyor. Belki uyanık olsa o güzelliğe bakıp birlikte şaşıracaktık, onun o bir güzellik keşfettiğindeki gülümsemesine bakıp farklı duygular içine girecektim ama böylesi de güzel oldu. Kendime döndüm bir an da olsa. Bilerek hissederek nefes aldım. Ve o küçücük zamanda kendimi dinledim, dinlendim.

Beğendik Köyü'nde köy kahvesine uğradık. Köyün yerlileriyle sohbet ettik biraz. Kahvemizi içtik. Doruk da amcalarla oynadı.

"Anca legomu kaptıymıştı. Baksanıza nasıl da keyinflenmiş. Tesmihini almıştım aslındaysa haberi yokmuştu. Ancaaa sen beni kolay lokna mı sammıştın. O legodan varmıştı bende missürü. Mu yeni parçaysa şok kıymetliymşti."


Yemek için yine tavsiye ettikleri bir yere gittik. Tenekede tavuk. Tenekede sadece tavuğun yağıyla pişiriyorlar sebzeleri. Yalnız giderseniz bir saate yakın bekleyeceğinizi bilerek gidin. Çünkü yemek sipariş üzerine pişiriliyor ve pişmesi uzun sürüyor. Ya da önceden arayıp söyleyebilirsiniz. Deniz kenarında, Bulgaristan sınırında bir yer. Büyükçe bir alanda koşturup oynamak için çok uygun bir yerde.


Ertesi gün diğer dedesi ve babaannesi de geldi ama biz artık yola çıkmak zorundaydık. İki dedesi aydı anda Doruk'u öpmeye çalışınca kafalarını tutup birbirinizi öpün diye itiştirerek ve tam da yerinde "Eeeee" seslendirmeleriyle neşesini onlara bıraktı yola çıkmadan önce.

Ve neredeyse bir ay boyunca çalan kapılara dedeee diye koşturdu, camlara yapışıp dedesini aradı, eline geçen her telefonda (oyuncak ve gerçek) dedesiyle konuştu.

Ahhhh! Bir de dönüş yolunda başımıza gelenler var. Akşam karanlığında kedi, tilki ne olduğunu bilmediğimiz bir şey çıktı önümüze. Hızla giderken çarpmayı önleyemedik. Ben görmedim ama korkarım ki Doruk gördü. Çünkü "meee" (miyav) diye ağlamaya başladı. Durduk. Radyatör delinmiş. Birkaç kilometre önce olsa ormanın içinde, ıssız bir yerde kalakalacaktık. Neyseki Çatalca İhsaniye Köyü'nde yol üzerinde bulunan küçük bir tesise çok yakındık. Tesisin sahibi bizi görünce geldi, arabayı çekebileceğimiz bir yer gösterdi. Çekici ve taksi çağırdık. Oradan ayrılmamız tam tamına dört saat sürdü. Bebekle bu dört saat nasıl zor geçti anlatmama gerek yoktur heralde. Tesisin sahibi sağolsun biz gidene kadar bekledi, kapatıp gidebilirdi. Orda beklerken manda yoğurdu, pancar pekmezi ve kabak aldım. Hayatımda yediğim en güzel yoğurttu. Pancar pekmezi daha önce yememiştim, alırken tereddüt ettim ama sonradan kavanoz kavanoz almadığıma çok pişman oldum. Ve kabak gerçekten çok lezzetliydi. Bir de sohbet ederken karşıdaki fırının kendi imalatı özel altın ekmekten bahsetti. Haftasonları İstanbul'dan bile almaya geliyorlarmış. Bir deneyelim dedik, biz de aldık. O da harikaydı.

Bir canlının ölümüne sebep olmak ve bunu Doruk'un görmesini hiç ama hiç istemezdim, dört saat yolda kalmak çok zordu ama tanıştığımız, hala yardım etmeyi seven azınlıktan biri olan güzel insan ve aldığımız, tadına doyamadığımız doğal ürünler nedeniyle bu kötü olayı daha kolay atlattık. O şaşkınlıkla telefon numarasını almayı akıl edememişiz. Umarım yolumuz oraya yine düşer (tabiki kazasız belasız bir şekilde) ve yeniden teşekkür etme fırsatı buluruz.

15 Aralık 2015 Salı

Oğluma Yazdıklarımdan

Doruk doğduğunda yazmaya başladığım bir defterim var. İlk zamanlar sayfalar dolusu yazıyordum. Şimdi aklıma geldikçe kısa kısa notlar yazıyorum. Büyüyünce onunla paylaşabileceğim, bebekliğini anlattığım, kendimi anlattığım bir defter.

Bugün yine kısacık bir notum vardı ona. Yazdıklarımın çoğu bize, ikimize özel. Yazmaya başlamadan önce bir önceki sayfada neler yazdığımı okudum. Ve paylaşmaya karar verdim. Bence bütün anneler çocuklarına böyle şeyler tavsiye etmeli. Gelecekte geleceği konumla ilgili fazlaca kafa yorup onun özel alanlarına tecavüz eden, iyi niyetli olsa bile kendini aşan tavsiyeleri bir kenara bırakmalı.



                                                                                                             16.10.2015

Canım 1. yaş gününden beri saçlarını uzatıyoruz. Sarı kafan saçların uzadıkça lüle olmaya başladı. Dans ederken saçlarını sallamayı seviyorsun. Ben de sallanan kafanı seviyorum :)

Bugün sana yazmamın sebebi bir şey hatırlatmak. Ve bu şey...

Uzaklara bakmayı sakın unutma. Gökyüzüne bak mesela sık sık. Hayat çok karmaşık. Hayatın peşinden koşarken durmayı unutma. Dur ve bir an gökyüzüne bak. Kendini hatırla, umutlarını hatırla, bulutlara bak ve hayallerini hatırla.

Bazen ufka bak, denizin üstünden doğan güneşi seyret. Yeni bir gün doğmasına şükret mesela. Bazen de güneşin batışındaki kırmızının tonlarını seyret. Hayatın ne kadar renkli olduğunu hatırla. Ertesi güne yeni bir renk katmaya karar ver. Ya da hayatındaki gri renkleri azaltmaya.

Hiçbir şey görmeden hayatın karmaşasına koşarken durup soluk al bir parkta. Çocukları seyret, ağaçları, mevsimleri. Oyun oynayan bir çocuk gibi mutlu olmayı hatırla. Yaprakları dökülse de ağaçların, yeniden mutlaka çıktığını. Her kışın sonunun bahar olduğunu. Ve hatta kışın bile çok güzel bir mevsim olduğunu unutma.


                                                                                                             ..Annen..

3 Aralık 2015 Perşembe

Bırakın Yemesin

Bırakın yemesin!

Demesi ne kolay değil mi? Acıkınca yer, her çocuk büyür, zorlarsan yemekten tamamen soğur... Öyle olmuyor ama. Yemediği zaman senin rahat etmen mümkün değil. Doruk iki yaşına yaklaştı. Yemeyen bir bebekten süper yiyici olmasa da eh işte yiyen bir çocuğa dönüştü. Bu süreci nasıl atlattığımı yazmak istedim.

İkna olacaksanız baştan söyleyeyim zorlamayın. Her çocuk mutlaka büyüyor. Ama ben ikna olmamıştım. Ve ikna olmayacak anneler için süreci rahat atlatmaya yarayacak birkaç önerim var.

Yemek saatlerini değiştirin. 
Herkesin biyolojik saati farklıdır. Bebeğinizin de öyle. Doktorunuzun söylediği saatte ya da sizin yemek yediğiniz saatte acıkmıyor olabilir. Bazısı sabah kalkar kalkmaz bir şeyler yeme ihtiyacı duyar, kimisininse biraz beklemesi gereklidir. Çorbasını 12'de yemiyorsa 14'ü deneyin mesela. Yemekle arası iyi olan bir bebeğin yemek saatlerini istediğiniz gibi düzenleyebilirsiniz. Ama zor yiyorsa siz onun düzenine uyun. 

Yemek saatlerini eğlenceli hale getirin. 
Biz hemen hemen her yemek saatini etkinlik saati olarak değerlendiriyoruz. Yemek yerken kafasını ve ellerini meşgul edecek etkinlikler bulmak işinizi kolaylaştıracaktır. 

Kendi kendine yemesini destekleyin.
Kendi kendine yeterli yiyemeyeceğini düşünüyorsanız iki tabak yapın. Birini o yemeye çalışırken diğerini siz yedirin. Yemeye çalışırken kafası o kadar meşgul oluyorki sizin uzattığınız kaşığa farkında olmadan ağzını açacaktır. 

Bazı yiyecekleri -sağlıklı veya gerekli- sevmediğini kabul edin.
Her yiyeceği telafi etmenin bir yolu vardır. Sevmediği bir şeyi yedirmeye zorlamayın. Mesela Doruk uzunca bir süre yoğurt yemedi. Meyveyle, pekmezle, her türlü denedim ama sevmedi. Vazgeçmedim, birkaç günde bir vermeyi denedim. Ama hiç zorlamadım. Bir gün yemeye başladı. 

Sevmediği yiyecekleri karıştırmayı deneyin.
Doruk yoğurt yemediği dönemde tarhana yaptığım zaman az miktarda yoğurt da karıştırıyordum. Meyve yemeyi hiçbir zaman sevmedi. Muhallebisine katıyordum, bebe bisküvisiyle ya da kekle karıştırıp veriyordum. 

Yardım edebilecek yaşa geldiğinde yemeği yapmaya veya sofrayı kurmaya yardım etsin.
Hazırlık sürecinin parçası olduğunda daha iştahla yiyor. 

Yemek yemesi için ödüllendirmeyin.
Sonra bunu size karşı kullanır. Ödülsüz yemek yememeye başlayabilir. Zaten yemek onun temel ihtiyacı, ödül gerektiren bir durum değil. Bu, durumu yanlış yorumlamasına neden olabilir.

Başka çocuklarla kıyaslamayın. 
Her çocuğun iştahı farklıdır. Çok yemesi de iyi bir şey değil unutmayın. Bebeğiniz 20 yaşına geldiğinde zamanında hapur hupur yiyen diğer bebekten daha uzun olabilir. Bu genlerimizle ilgili, ne kadar çok yediğimizle değil. 

Bir de...

Yeterki yesin diye sağlıksız besinler vermeyin.
Çoğu insan gibi bebeğiniz de abur cuburu sever. Eğer tanışırsa. Tanıştırmayın. Yemiyor diye hazır paket keklerden verirseniz, karnı aç, doysun diye paket bisküvi yedirirseniz her zaman ister. Evde yapın, sağlıklı alternatifleri tercih edin.



"Neyir şabuk şabuk. Şu ekmenkleri yiyelim. Yoksa peynir vercekmişti annaam mirazdan. Doldurmuşsam azıımı veremezmişti o zaman."








Sevgiyle,

27 Kasım 2015 Cuma

All Izz Well

Güneşli bir gündü. Yemyeşil ağaçlardan kuşların cıvıltısı yükseliyordu. Masmavi gökyüzünde birkaç pofuduk beyaz buluttan başka bir şey yoktu. Rengarenk çiçeklerin muhteşem kokuları etrafı sarmıştı. Ve işte her şey böyle başlamıştı.

Ahhh! Böyle olamaz. Şubat ayıydı ve muhtemelen gökyüzü griydi. Bir haftadır hastanede yatıyor olduğumdan günün nasıl olduğu hakkında hiçbir fikrim yok aslında. Pencereden dışarısını anımsıyorum sadece, güneşli ama soğuk bir gün de olabilir. Emin değilim. Ne farkederki? Benim için muhteşem bir gündü. Sonsuza kadar en çok seveceğim insanı doğurdum o gün.

Ve o gün hayatım değişti. Kalıcı bir değişim, benim mayamla yoğrulmuş bir bebek... Yaşayabileceğim en güzel değişim ve yapabileceğim en mükemmel iş...

Ama bu yazıda geçici değişimimi yazacağım. Hayatımı altüst eden, nalet bir şeyi. Aslında bu değişimin başlama süreci hamileliğime gidiyor. Her annenin yaşadığı hormonal değişimler ve düzen değişikliği dışında hayatımı etkileyen çok ciddi değişimler de vardı aile, sağlık gibi ağır konular içeren.

Olsun. Olabilir. Ne diyordu o filmde? All izz Well.

Uyku şu dünyadaki en güzel şeylerden, en büyük lükslerden biriydi benim için. Uyku için çok şeyden vazgeçtiğim olmuştur. Uykusuzluğa hayatta dayanamazdım. Aylarca uğraştığım proje dersini uyku için bırakmaya karar verdiğim, tavuk lakabıyla burun buruna geldiğim, siz konuşun ben dinlerim deyip pijama partisi muhabbetlerini kaçırdığım, kütüphaneye uyumak için gittiğim çok olmuştur. Uykudan vazgeçmeyi hiç düşünmemiştim. Ama hayat (eşittir minik bir bebek) bazen feleğini şaşırtıyor insanın. Uykusuzluğa dayanabilir hale geldim. Ve şimdi daha az uykuya dayanabilmenin yollarını arıyorum. Belki de en kötü alışkanlığımı bırakmaya karar verdim. Yo yo! Zorunluluktan değil. Doruk artık neredeyse iki yaşında ve genelde düzenli uyuyor. Sanırım bu zor süreç bana zamanın değerini öğretti.


Çok ama çok düzenli bir insandım. Şimdi bunun düşüncesine bile kahkahalarla gülesim geliyor. İlk zamanlarda yorgunluktan aksayan işler çok canımı sıkıyordu. Ortalık dağınık olunca ben de huysuz, sinirli, çekilmez oluyordum. Tamamen doğru orantılı. Ne kadar dağınık bir ev o kadar huysuz bir Esin. Sonra kendimi törpülemem gerektiğini farkettim. Farkedene kadar çok geç kalmış, iyice yıpranmış olsam da başardım. Şimdi evin hatta ofis masamın fotoğrafını çekip göndersem annem ağlayabilir (temizlik hastasıdır kendisi). Ama ben çok rahatım. Daha öncelikli olması gereken şeyler var hayatta. Ve insan eğer isterse ne kadar takıntılı olursa olsun kendini törpüleyebiliyormuş.

İşi bıraktım ve iki seneye yakın evdeydim. Aslında niyetim bu değildi ama daha önce yazdığım sağlık problemleri nedeniyle evde kaldım. Evde olmaya alışık değilsen zihnini oyalamak bir süre sonra çok zorlaşıyor. Alışık olmadığın bir hayatın karesini al ve başından aşağı boşalt durumu. Bir bebek (aslında bir anne demek daha doğru olur belki de) ve çalışmamak. Hangisine birden alışacaksın. Ama ben şanslı olanlardandım. Doruk'a doğar doğmaz alıştım. Hayatımın bir parçası olarak kabul etmekte hiç ama hiç zorlanmadım. Zor olan evde olmaktı. Ve ona son güne kadar alışamadım. Bir işin, bir ekibin parçası olmadan yaşamak bana göre değilmiş. Bünyemin alışmayı kabul etmediği bu durum beni ruhsal açıdan inanılmaz yordu. Ama geç olsa da işe döndüm ve her şey yoluna girdi işte.

Birey olarak ben olmaktan vazgeçtim bir süre! En büyük hatam buydu belki de. Tamam kendime eskisi kadar vakit ayıramayacağım, ilgilendiğim bir çok şeyden uzak kalacağım belliydi. Ama ben bunu birçok anne gibi biraz yanlış anladım, farklı yorumladım. Kendimden tamamen vazgeçtim ve Doruk her konuda önceliğim oldu. İnsan kendini fazlasıyla ihmal edince başka kimseye iyi gelmiyor ama. Kendine yetemeyen kişi, ihtiyaçları herkesten fazla olan bir bebeğe yetebilir mi? Başlarda belki ama bebek büyüdükçe ve duygusal ihtiyaçları fiziksel ihtiyaçlarını aşınca yetemez. Yetemiyor. Bunu anladıktan sonra, yine kendime haksızlık yaparak, Doruk'a yetebilmek için kendimle ilgilenmeye başladım. Ama o zamana kadar kendime yaptığım haksızlığın haddi hesabı yok.

Eş durumuna bu yazıda çok girmek istemiyorum. Onu yazsam roman olur. Belki sonra kısaca yazarım. Belki. Ama en önemli konulardan biri de bu. Bazı babalar beklenmeyecek derecede anlayışlı çıkabilir, bazıları da tam bir hayal kırıklığı. Ben de olmayacak zamanlarda olmayacak şeyler yaşadım. Ama ilişkiler eninde sonunda düzeliyor. Ya da düzelmiyor. Neyse ne :) Mutluluğumuzun ya da mutsuzluğumuzun ne kadar uzun süreceği sadece ve sadece bize bağlı. Yani bana, sana. Kesinlikle eşine değil.

Hey sen! Yeni anne...

Değişen hormonlar, değişen hayat düzeni, yorgunluk, belki denk gelmiş başka sebepler ve sonucu depresyon. Her anne ama her anne bunları hafif ya da yoğun bir şekilde yaşıyor. Yaşarken farkında olmayan ve kabul etmeyenler de var. Bu çok daha zor. Kabul et. Daha kolay çözülecek o zaman, daha kısa zamanda. Ve mümkün olduğu kadar erken kabul et.

  • Her fırsatta uyu. Kendin için yapamıyorsan sütün olsun diye uyu. Ama uyu. Yanında bebekle ilgilenecek biri varsa bırak ilgilensin. Benim annem vardı ama bırakamadım ve o kadar pişmanımki. Arkadaşların bebeği görmeye gelmek isterse gelmeyin diyebil mesela. Uykum var de. Sonra gelsinler. İnan bana seni anlayacaklardır. Hani oldu da geldiler. Çay kahve yapmakla hele hele pasta börekle sakın uğraşma. Bebek şekeri, hatta o da yoksa bebeğin kendisi yeter onlara.
  • Eskisi kadar çok iş yapamayacağını kabul et. Bırak ev dağınık kalsın. Eninde sonunda alışacaksın zaten. Ne kadar erken alışırsan o kadar rahat edersin. Toplasan da dağılıyor. Kısır döngü. Boşver. En azından dene.
  • Seni rahatsız eden, huzursuz eden bir durum varsa (bu emzirmek ya da direk bebeğin kendisi bile olabilir) bunu paylaşmaktan çekinme. Konuşabileceğin arkadaşlarına anlat. Çok yoğunsa bir uzmana danış. Yoksa her şey daha kötü olacak.
  • Hayat değişti, evet. Eskiyi özlemek yerine yeni bir düzen kurmaya çalış. Mesela bebekli arkadaşlar edin. Ya da spora başla, bebeğinle birlikte yürüyüşe çık. Bu onu da rahatlatacak.
  • Mümkün olduğunca erken dön işe. Evet hiç kimse bir bebeğe annesi gibi bakamaz. Ama şunu da bil hiç kimse bir bebeğe mutsuz annesinden daha fazla zarar veremez.
  • İşe dönemiyorsan evde oyalanacak bir şeyler bul mutlaka. Ben yazmaya başlamıştım mesela ve bu bana çok iyi geldi.
  • Kendinden vazgeçme. Eskisi kadar bakımlı olamazsın, bireysel etkinlikler yapamazsın belki ama küçük boşlukları iyi değerlendir. Fotoğraf makineni alıp kendini sokaklara atamazsın, bir süre daha tiyatroya, sinemaya, konsere gidemezsin (bakacak kimse yoksa veya hala emiyorsa), uzun sürecek etkinliklere katılamazsın. Ama o uyur uyumaz çok da acil olmayan bir işi halletmek yerine kahveni yaparsan sıcak sıcak içme ihtimalin var. Hatta yanında kitap bile okuyabilirsin. Bu küçük mola sana çok ama çok iyi gelecek.
  • İlişki durumun sarpa sardıysa düzeleceğine inan ve zamana bırak. Hayalkırıklığı yaşıyorsan hormonların nedeniyle biraz abartıyor olabileceğini bil ve kesin kararlar vermek için, yıkıcı olabilecek eylemlere geçmeden önce hormonlarının normale dönmesini bekle. Depresyonda olmadığına ya da depresyondan kurtulduğuna emin ol.
  • Bir de o sosyal medyadaki mükemmel annelere, mükemmel ailelere bakma. Belki bir iki tanesi gerçektir. Ama hepimiz güzel anılarımızı paylaşmayı, hayatımızı pembe göstermeyi severiz. Bu gerçekte öyle olduğu anlamına gelmiyor.
Bana gelince... Her şeyin normalleşme süreci yukarıda yazdığım çoğu şeyin farkına vardığım zaman başladı. Geç olmuştu. Ama hiçbir zaman geç değildir. Doruk neredeyse iki yaşına geldi benim sürecim tamamlanmadı hala ama işe başladıktan sonra hız kazandığını söylemeliyim. Eninde sonunda her şey düzelecek biliyorum. Siz de bilin istedim. All izz Well.



23 Kasım 2015 Pazartesi

Zeytin Deyince

Kuzey Ege turunda Özgün Zeytincilik'in fabrikasını gezmiştik. Orda zeytinyağıyla ilgili baya bilgi edindik. Kısa ve öz bir şekilde bu bilgileri paylaşmak isterim.

! Naturel sızma zeytinyağı kullanın. 

Sızma zeytinyağı dalından toplanan zeytinlerin mekanik yöntemlerle ayrıştırılmasıyla yapılıyor. Ayrışan yağ asitlik derecesine göre çeşitlere ayrılıyor. Naturel sızma asit oranı en düşük olan, 0,8'in altında. Bu nedenle onu tercih etmekte yarar var. Asit oranı 0,8 ile 2 arasında ise naturel birinci adını alıyor, 2'nin üzerinde ise naturel ikinci.

Özgün Zeytincilik'te bir çok farklı naturel sızma tatma fırsatım oldu. Kimisinin asitlik derecesi o kadar düşükki bebeklerde çiğ kullanımda onları tavsiye ediyorlar. Tabiki asitlik oranı düşünce fiyatı artıyor. Denemek için soğuk sıkım, 0,4 asitlik oranında bir zeytinyağı almıştım. Çok memnun kaldım.

! Riviera zeytinyağından uzak durun.

Neden mi? Riviera zeytinyağı toprağa düşüp beklemiş, asitlenmiş zeytinlere kimyasal işlem uygulanarak elde edilir. Bu zeytinler aslında sadece sabun üretiminde kullanılabilecek durumdadır. Bu yağın asitlik derecesi çok yüksektir ve yenmez. İçerisine az miktarda sızma zeytinyağı eklenerek yenilebilir duruma getirilir. Ama sızma zeytinyağı ile kıyaslanırsa besin değeri olarak vasatın altındadır. Bu nedenle evinize sokmayın derim.

Bir de tur operatörümüzün bize verdiği siyah zeytin tarifini yazmak istiyorum. Henüz deneme şansım olmadı ama dalından zeytin bulabilirsem yapacağım.

13 kg zeytin yıkanır, ıslakken tenekeye konur. 1,5 kg tuz (tuz miktarı çok önemli), 1 bardak zeytinyağı, 1 bardak su ve varsa defne yaprağı eklenir. Teneke kapatılır. Arada ters çevrilir ve bir sene sonra açılır.

! Zeytinyağının gerçek olup olmadığını nasıl anlarım?

Çok basit! Küçük bir kaseye biraz zeytinyağı koyun ve dolapta bekletin. Gerçek zeytinyağı ise donması gerekiyor.

19 Kasım 2015 Perşembe

D-Man Kuzey Ege Turu'nda

Şeker Bayramı'ndan bir hafta önce Kıbrıs'ta olduğumuzdan bayram tatili için bir plan yapmamıştık. Ama tatil kapımıza gelince pişman olduk. Çılgın bir günümüze denk gelmişse demek öğlende turu satın alıp akşam yola çıktık. Böylece dört gün tatil boşa gitmemiş olacaktı. Çılgınlık bunun neresinde diye düşünebilirsiniz. Ben size söyleyeyim. Otobüslü bir tura bir buçuk yaşında bir bebekle katıldık, hem de hazırlık yapmaya hiç vaktimiz olmadan!!!

Nasıl cesaret ettik bilmiyorum. Yapabilir miyiz, olur mu acaba diye düşünürken kendimizi otobüste buluverdik. Bebekle gezeceğim diye eziyet çekmeyi göze alanlardan değilim aslında. İnsanlar bebekten rahatsız olur mu diye düşündüm. Daha önce katıldığım turlarda bebekli olmadıkları halde diğer insanları bekletenleri aklıma getirip bu düşünceyi sildim hemen. Bebeklerin de gezmeye hakkı varsa olur da ağlarsa diğer insanlar kulaklarına pamuk tıkasın dedim kendime. Neyseki öyle bir şey olmadı. Bir şekilde oyalandı. Ve bebekle olduğumuz halde kimseyi bekletmedik. Doruk rahatsız olur mu acaba diye düşündüm. Oyalamayı başarırız bir şekilde dedim ve başardık. Biz rahatsız olur muyuz acaba diye düşündüm. İki kişiyiz hallederiz dedim. Ama bir noktayı atlamışım. Doruk sadece benim kucağımda uyudu. Babasına gitmedi. Gitmedi. Ne kadar yorulduğumu anlatmama gerek yoktur heralde.

İlk gün Assos'a gittik. Daha önce gittiğimiz bir yer olduğu için turla gelenler Assos'u gezerken biz bir yerde oturup kahve içtik. Oturduğumuz yerin kümesi vardı. Doruk'la birlikte tavuklara mısır verdik. Keyfimiz yerine geldi. Ama keyfimiz denize gidene kadar sürdü.
Assos'ta denizin soğuk olduğunu biliyorduk ama üstüne bir de çılgın bir rüzgar olunca ve de sahilde taştan çok sigara izmariti ve pet şişe kapağı bulunca yanlış mı yaptık sinyalleri çalmaya başladı beynimizde. Rüzgar yüzünden denize giremedik, taşların temizlediğim minik bir bölümünde oynayabilen Doruk da eğlenmedi pek. Denize girmeyeceksek niye geldik, zaten kum da yok bakışı atıp durdu kendince. Ama turdan bir ablayla tanıştı orda, onla oynadı. Ablanın güzel olduğunu söylememe gerek yoktur heralde :)

Otelimiz termal oteldi. Akşam termal havuza girerim diye avutmuştum kendimi ama akşam otelde kalamadık. Gökhan'ın teyzesinin çok yakında evi vardı. Onlar gelip aldılar bizi. Onlarla görüşmüş olduk, Doruk için güzel bir değişiklik oldu.

Bu arada yandaki fotoğrafa bakınca babasının kucağında uyuduğunu göreceksiniz. Sadece gündüz uykuları babanın kucağında olabildi. Gidiş ve dönüş yollarında beni bırakmadı kesinlikle. Yanlış anlaşılmasın :)


Ertesi gün Sarımsaklı plajına gittik. Tekne turu vardı ama rüzgar nedeniyle katılmadık. Zaten sahilde de oturabilmek için rüzgar kesici inşa etmek zorunda kaldık. Neyseki bebek olduğundan plajla ilgilenen kişi yardımcı oldu bize bu konuda.

Ayvalık'a yıllar yıllar önce gelmiştim. O zamandan aklımda kalan Sarımsaklı plajı güzeldi, bakımlıydı. Şimdi yanlış mı hatırlıyorum acaba diyorum çünkü çok bakımsızdı. Yiyecek, içecek bir şeyler bulmak için bile sıkıntı çektik. Bu kadar tercih edilen bir yerde hamburger ve patates kızartması dışında bir şey bulamamak tuhaf geldi bana. Zar zor bulduğumuz Ayvalık tostunu da hiç beğenmedik.
Neyseki Doruk için yanımda bir şeyler her zaman bulundururum. Bir anda karar verip gelmiş olduğumuz için tam tedarikli değildim ama aç da kalmadı.

Rüzgarın durmayacağını anlayınca kalkıp bir yere oturalım dedik. Menüden bakıp istediğimiz şeylerin hemen hepsine yok dediler. Dışarıdan bakınca aslında çok güzel bir mekana oturmuştuk. Yanlış bir sezonda gitmiş olabilir miyiz diyeceğim ama Temmuz da sezon değilse ne zaman olacak bilmiyorum. Öyle huysuz bir tatilci de değilimdir aslında. Tatilin en vasatından bile keyif alırım ama bu vasatın da altına doğru gidiyordu.

Ayvalık deyince "Papalina yemeden gelme" derler ya. Bir yer bulduk yiyelim bari dedik. Hem Doruk da balık yemiş olur, ne güzel. Öyle abarttıkları gibi bir şey değil ama karnımız doydu ya sonunda mutlu bile oldum. Kılçıkları çok minik olduğundan ayıklanması zor, çerez gibi yemek lazım. Öyle olunca Doruk yiyemedi. Yemek de istemedi zaten. Balıkçıdaki canlı balıklar daha çok ilgisini çekti.

Akşam üzeri Cunda'ya geçtik. Topu topu bir saat kalmışızdır. Çünkü programa göre otele dönmemiz gerekiyordu. Otel uzak olduğu için kalamadık. Ama biraz daha kalmayı çok isterdim. Çünkü iki günün hayal kırıklığını burada attık üzerimizden.
Sahilde dondurma yedik. Biraz sokaklarda dolaştık. Parka gittik. Doruk parkta kendini buldu yeniden. Cunda'nın o meşhur taş sokaklarını sindire sindire dolaşmak, Taş Kahve'de kahve içmek, akşam da Rum müziği eşliğinde Ege'nin güzel mezelerini yiyebileceğimiz bir balıkçıda oturmak daha iyi olabilirdi tabi ama bu kadarı bile günümüzü kurtarmaya yetti.

Ertesi gün Bozcaada günüydü. Günün güzel geçeceği baştan belliydi. İki günlük kötü deniz tecrübemizden sonra denize gitmemeye karar vermiştik zaten. Giderken önce bir zeytinyağı fabrikasına uğradık. Fabrikayı gezdik, bilgi aldık. Gezdiğimiz fabrika Özgün'dü. Gökhan'ın teyzesinden Özgün'ün iyi olduğunu öğrendiğimiz için alışverişimizi de oradan yaptık. Sonra Bozcaada'ya gittik. Bu geziye gezi arkadaşımız Nehir'le çıkmamış olsak da orda birbirimizi bulduk. Onlardan ayrıldıktan sonra ilk iş Çiçek pastanesine gidip badem lokumu ve damak çatlatan aldık. Pastane çalışanları ne kadar satmaktan bıkmış bir hal içinde olsalar da umursamayıp alıyoruz kurabiyelerimizi, çünkü çok güzeller :) Sonra sokaklarda koşturduk biraz. Doruk uyuyunca da meydanda oturup kahvemizi içtik. Sigaraya bakmayın likörlü kahve isteyince sigara da getiriyorlar. Likörden de emzirdiğim için sadece bir yudum tadımlık aldım. Ama güzeldi. Tavsiye ederim.

Sonra dönüş yolu, kucak, sırt ağrısı ama bebek teni ve bebek kokusu eşliğinde..


"Getir kız kulaanı, bişey söylicekmiştimse sana.. Mirazcık daa kalsaymıştık ya murda, arkadaşlarım varmıştı benim parkta. Kediymişti biri."

6 Kasım 2015 Cuma

Laranjit ve Ülkemizin Doktor Gerçeği

Mesleğini hakkıyla yapan gerçek doktorları öfkemin ve yazımın dışında tutarak başlamak istiyorum. 

Geçen pazar günü Doruk gece ağlayarak uyandı. Ama nasıl bir ağlama. Daha önce onu hiç böyle görmemiştim. Öksürüyor da balgam çıkarmaya çalışıyor ama çıkaramıyor, o yüzden de nefes alamıyormuş gibi. Bir koşup bana sarılıyor, bir şey yap kurtar beni der gibi, bir koşup cama vuruyor, öylesine çaresiz bir ağlama. Aklıma geldikçe gözlerim doluyor. Su içirmeyi denedim, içiremedim. Ne yapacağımızı bilmediğimiz, daha önce böyle bir şey duymadığımız için hemen acile gittik. Doktorun adını vermeyeceğim ama hastane Memorial, öyle uyduruk bir hastane de değil. Doktor baktı, laranjit dedi. Buharla verilen bir ilaç verdi, sonrasında kortizonlu bir iğne yaptı ve tekrar soğuk buhar verdi. Öyle çaresiz bir durumda doktora güveniyorsun ister istemez. Doruk sakinleştikten sonra doktora laranjitin ne olduğunu ve kortizonun olmazsa olmaz mı olduğunu sordum. Öğrendiğim şey, bu tedaviyi yapmasaydık işin ilerleyip akciğerin tıkanmasına yani ölüme varabileceğiydi. Ve kortizon mutlaka yapılmalıydı. Hatta bir daha böyle bir durum olursa hemen hastaneye gitmeliydik. Ama şimdi sıkıntı bitmişti, daralırsa açık havaya çıkarın dedi ve başka ilaç vermedi.

Eve dönerken ruh halimizi siz düşünün. Doruk ölümden dönmüştü. Basit bir öksürük olarak nitelendirip evde kalsaydık... Boşluğu siz doldurun, yapacak gücüm yok gerçekten.

İki gün sonra, ben işteyken Mürvet abla aradı. Doruk yine hırıltılı ve yine çaresizce ağlıyor. Sesini duyuyorum. Mürvet ablanın sesi de ağlamaklı. Tabi hemen panikliyorum, ölüm kelimesi beynime işlemiş çünkü. Kanın beynime gittiğini hissediyorum, sakin olmam gerektiğini düşünüyorum ama. Bir şekilde organize ediyorum. Onlar ordan çıkıp acile gidiyorlar, baba daha yakın o da onlarla hastanede buluşuyor. Ben de çıkıp sonradan gidiyorum. Be sefer gittiğimiz hastane Acıbadem. Ben gittiğimde doktor görmüştü Doruk'u. Ne dedi diye soruyorum. Laranjit sırasında önceki doktorun tedavisi doğruymuş ama tedavinin devam ettirilmesi gerekiyormuş. Ettirilmediği için de kulaklarında su birikmiş. Üç doz buharlı ilaç ve antibiyotik tedavisi vermiş. Buharla ilaçları aldıktan sonra acilden çıkıp hemen bir KBB doktoruna gittik. Çünkü kulak hassas bir konu ve bu konuda uzmanından başkasına güvenilmeyeceğini duyduklarımdan, gördüklerimden ve hatta yaşadıklarımdan biliyorum. KBB uzmanı çocuk doktorunun verdiği tedaviyi yetersiz buldu ve farklı bir tedavi verdi. Bu farklı bir yazı konusu olsa da kısa bir not, çok güvendiğiniz çocuk doktorunuza bile kulak konusunda kesinlikle güvenmeyin. İş sonunda ameliyatla kulağa tüp takılmasına varabilir. Neyse, şu an bu tedaviye devam ediyoruz ve Doruk iyi.

Dün internetten  laranjit nedir diye araştırayım dedim. Bir sürü yazı okudum. Özellikle üç yaş altı sık sık görülürmüş akut laranjit. Ölümcül olabildiğiyle ilgili hiçbir şey göremedim. Kortizona hiç denk gelmedim. Yoğunlukla tedavi yöntemi ıhlamur, bal ve açık hava. Beynimden aşağı kaynar sular döküldü ama hala internet doktoruna güvenip gerçek doktorları yargılayamam diye düşünüyorum. Daha önce bildiğim ve severek takip ettiğim Dr. Kadir Tuğcu geldi aklıma. Hiç yapmayacağım bir şey yaptım ve anneoluncaanladim.com sitesine üye olarak soru sordum. Aldığım cevap şöyle:


"Hicbir zaman olen hasta olmamistir. Ayrica da, Hastaneye gitmek icin sokaga ciktiginiz anda, soguk havanin etkisi ile zaten acilma olur. Palavra sikmis. Kasten korkutuyorki, her oksurukte hastanelere gidesiniz.
Tek doz Decort(yarim ampul) yeterlidir, SAKIN baska hicbir ilaci kullanmayin. Olume gider lafi palavradir. Boyle basit bir hastaligi abartip, sanki muhim bir is yapilmis havasi basiyorlar..
Krup (veya Akut Larenjit) 3 gece hastaligidir, ondan sonrasi basit bir Grip gibi seyir gosterir. Sadece; Limonlu bal, Serum fiz ve ColdMix yeterlidir. Eski mailleri okuyun.

Okumadiginiz icin sizleri boyle kazikliyorlar.. Siz bir sey degil, olan cocuga oluyor, bosuna hirpalaniyor.
Kulaktaki sivi ile, Larenjit'in bir baglantisi yoktur. Soylenenler hep; alavera-dalavera..." 
Laranjit aslında çok basit bir hastalık. Ölüm... Hikaye. Para için mi bunlar? Lanet olsun diyorum. Doktorlara şiddet haberleri var ya hani lanetlediğimiz, ne biçim milletiz dediğimiz. Ulan iki yaşını doldurmamış bebeğe boşuna kortizon vermiş, gidip kaşını gözünü dağıtsam haksız mı olurum? Benim uzmanlık alanım değil bir KBB uzmanına gösterin demeyi kendine yedirememiş, ömrünün ilk iki yılını üç ameliyatla atlatmış bir dördüncüsünü olma ihtimali olan oğluma bir de kulak ameliyatı olma riskini yapıştırmış, saçını başını yolsam haksız taraf ben mi olurum yani? Elimi vicdanıma koyuyorum ve diyorum ki şiddet uygulayan taraf her zaman haksız olmayabilir. Hatta ve hatta şiddet uygulamış olması bile onu haksız konumuna getirmeyebilir. Biz böyle lanet olası bir milletiz ya, doktorlar da bu milletten çıkıyorlar işte. Biz çok da etkilenmeden atlattık, doktorlara güvenmememiz gerektiğini bir kez daha öğrendik. Belki çok daha kötüsü bile olsa şiddet uygulayan taraf olamam ama ne hissettiklerini anlıyorum artık.

5 Kasım 2015 Perşembe

Kaliteli Zaman Şeysi

İşe dönmeden önce çok kararlıydım, az ama öz zaman geçirecektik işe başladığımda. Yani işte o kaliteli zaman dediklerinden.

İşe başladım. Sabah Doruk uyurken evden çıkıyorum. Akşamın köründe eve dönüyorum. O arada iş yorgunluğuna bir de yol yorgunluğu ekleniyor. Eve geldiğimde Esin olarak değil, anne bile değil, pestil olarak geliyorum. Doruk'u akşam yemeği sırasında oyalama çabalarıyla kalan son enerjimi de tüketiyorum. Eh sayın pestil! Çocuk derki "Kalk oynayalım." Pestil diyemezki "Çok yorgunum." Bütün gün yemek dışında birlikte geçirdiğimiz zaman topu topu bir saat belki. Ama bu benim seçtiğim hatta bizim seçtiğimiz bir saat değil. İşten yorgun dönülmüş bir saat. Önceden tasarlanmış eğlenceli etkinlikler, koşturmacalı kovalamacalı bol kahkahalı etkinlikler ya da Doruk'un yönlendirmesine bırakılmış doğaçlama etkinlikler... Hepsi hikaye bana. Parmağımı kaldıracak halim yokken nasıl kendimi vereyim oyuna. Bi kahve yapsam, bacaklarımı uzatsam, kitap okusam ha? Hayır, istediğim bu değil. Ben de Doruk'la oynamak, gülmek, eğlenmek istiyorum ama enerjim yok. Bu bir saat bitse de Doruk'la birlikte ben de yatağa gömülsem diye bekliyorum. Her gün aynı. Bilen varsa söylesin bu
zamanı nasıl kaliteli geçirebiliriz? Öyle bir ihtimal var mı ya da?

Bir zaman dilimini bilerek, isteyerek kaliteli hale getirebilir miyiz? Yorgun, üzgün, stresli olabiliyor insan ve her zaman kendini yönetemiyor. Bir gün vaktimiz çok güzel geçerken diğer gün kırdığım oluyor Doruk'u. Keyfim yokken keyif aşılayamıyorum bazen. Çok üzülüyorum sonra. Keşke kaliteli geçirmek zorunda olduğumuz kısıtlı zamanımız yerine sık sık kaliteli geçen bol zamanımız olsa. Hayatın çok hızlı aktığı, çalışma saatlerinin ömür bitirdiği, trafiğin bitmek bilmediği bir yerde olmuyor ne yazıkki.

Bu konuyu düşündükçe yanlış hayatın içinde hissediyorum kendimi. Nasıl değiştireceğimi bilmiyorum ama işten daha az vakit ayırmak istemiyorum oğluma. Ayırabildiğim çok az vakti ise yorgunluk yüzünden yaşayamamaktan nefret ediyorum. Bazen böööö (ce-eee) oyununu bile oynayacak halim olmuyor. Ne kadar basit aslında değil mi? Bunu yapacak halim yokken nasıl yeteceğim Doruk'a, nasıl doyuracağım ruhunu? Sevgimi göstermek için saatlerce sarılabilirim, evet! Onun sıcaklığıyla dinlenirim hem de o arada. Bu bana yeter de ona yeter mi? Enerjinin doruğunda bir Doruk... Sevgini göstermek için sıkı sıkı sarılmadan önce deli gibi peşinden koştur istiyor. Benimse o bir saat onunla koşturabilmek için dinlenmem gerekiyor yani biraz daha zamana ihtiyacım var. Az vakti kaliteli geçirebilir insan belki ama bunun için o az vakitten biraz daha çok vakte ihtiyacı var ki dinlensin, enerji toplasın. Bu da bende az vaktin her zaman kaliteli olması mümkün değildir karşılığını buluyor.

İşte ben o kaliteli zaman şeysine inanmıyorum artık. Zamanın kaliteli geçmesi için çok olması gerekiyor.

20 Ekim 2015 Salı

Gece Bahçesi Kar Yağıyor


21. yüzyılda kitabevlerinin yakıldığı bir ülkede inatla kitap tavsiyesinde bulunmak.. Okuyun, okutun. En çok da çocuklarınıza okuyun ki öğrensinler. 22. yüzyıla artık kitapların yakılmadığı bir ülke olarak girelim mesela. Neyse..

Yine İş Bankası yayınları, yine güzel bir kitap. İlk defa geçen kış okumuştuk bu kitabı. Defalarca ve defalarca hiç sıkılmadan okuduk. Ezberlemiştim, hatta Doruk da ezberlemişti.

1+ yaş olan kitabın konusu kardaki ayak izlerinin kime ait olduğunu bulmak. Her sayfada farklı ve renkli karakterler ekleniyor maceraya. Ayak izlerini takip ederken neden-sonuç ilişkisi kuruyor ve ayak izlerinin sahibini kitap kahramanlarıyla birlikte arıyoruz. Minik parmağımızla izlerin sahibini bulunca da çok seviniyoruz. Her kitapta olduğu gibi bu kitapta da ilk defa tanıştığımız objeler var. Dürbün, kızak gibi.

Aylar sonra kitabı yeniden çıkardığımda ayak izlerinin sahibini daha hiç aramadan bulduk ve son sayfada uyumaya giden karakterlere daha iyi geceler dilemeden el salladık. Bebek hafızasının ne kadar güçlü olabileceğini de görmüş olduk böylece.

Kitapla ilgili sevdiğim özelliklerden biri de çok sağlam olması. Kalın sayfalarına bir şey yapamaz diye sevip aldığım kitapların çoğunu gövdelerinden ayırdığı için kalın sayfalarla kalakaldım çok defa. Gece Bahçesi serisi ise bütün olarak sağlam kitaplardan.

14 Ekim 2015 Çarşamba

Doğal Antibiyotik: Soğan

Geçen hafta ben hastaydım ve  Doruk'a bulaştırdım. Arkadaşlara gitmiştik. Arkadaşım "ballı soğan" yapalım dedi. Doğal antibiyotikmiş. Daha önce hiç duymamıştım. Ona da köydeyken hasta olduğunda enerji uzmanı bir bayan önermiş ve o faydasını görmüş. Hemen yaptık. Sonra ben üç gün daha devam ettim yapmaya. Ve hiç ateş çıkarmadan, ilaçsız atlattık hastalığı.

Tarifi şöyle:
Bir adet soğanı rendeleyip, bir kaşık balla karıştırdım. Üç saat bekletip süzdüm. Günde üç kere suyundan bir kaşık verdim.

13 Ekim 2015 Salı

D-Man Kıbrıs'ta



Yaz bitti. Yaza dair anılarımızı ölümsüzleştirme vakti.

Normalde ayak içeren yaz fotoğraflarını sevmem ama karenin içinde pamuk bir bıdık ayağı varsa iş değişir, ayak fotoğrafı yazının başına yerleşir :)

Bu yazın ilk tatil anılarını Kıbrıs'ta depoladık. Genelde 5 yıldızlı otellere gitmeyi tercih etmem. Butik otelleri daha çok severim. Tek bir yere bağımlı kalmaktansa koy koy, köy köy dolaşmayı isterim. Aslında işin içine bebek girdiğinde de durum pek değişmedi benim için ama bu sefer biraz tembellik yapıp Doruk'un yemek işi ne olacak diye kafa yormaktansa 5 yıldızlı bir otele gidelim dedik. Pişman olmadım ama bir daha yapar mıyım bilmiyorum. Tamam tamam itiraf ediyorum, tembelliğime denk gelirse yapabilirim tabi :)

Otelimiz Girne'deydi. Temmuz ayında gittik ve uçaktan iner inmez "Acaba yanlış mı yaptık?" diye düşünmeye başladık. Çünkü çok ama çok sıcaktı. Otele varınca klimayı açıp odaya kapanmayı bile düşündük açıkçası. Ama denize inince bütün şüphelerimizi unuttuk. Doruk kumu gördüğü anda dünyayla iletişimi kesildi. Daha önce bu kadar uzun süre bir şeyle oyalandığını hatırlamıyorum. Bütün enerjisini olmasa da bütün elektriğini kumlara bıraktı. O yanıbaşımda hiç ses çıkarmadan kumla oynarken ben rahat rahat kitabımı okudum. Tatilin tadı dedikleri bu olsa gerek :)  

Doruk'u kumdan ayırmak çok zor oldu. Küçük bir kum savaşından sonra sürüyerek denize soktuk. Denize girerken hala kuma dönmek için çırpınıyordu ama denize değdiği anda sesi kesildi :) Geçen sene suya soktuğumuzda pek hoşlanmamıştı, soğuk gelmişti. Bu sene tatil moduna girmişse demek kumun, denizin tadını çıkardı. 
 
Sonraki günler önce oturup kumla oynadı, sonra elimizden tutup bizi denize sürükledi.

Sahilde güzel bir ablayla tanıştık. Çocuk gelişimi okuyormuş. Kendine pratik olsun diye Doruk'la oynamaya geldi. Uzunca bir süre birlikte oynadılar. Biz de deniz ve güneşle başbaşa kalmış olduk.




Kumsalda zaman nasıl geçti anlamadık. Her öğünde Doruk için sağlıklı ve leziz bir şeyler bulabildik. Gündüz çok sıcak olduğu için gidemesek de akşamları çocuk parkında güzel vakit geçirdik. Tatilimizin en zor yanı şapka takmayı sevmediği için saçındaki kumları temizlemek oldu.

Günlerimizin çoğu bu şekilde geçti. Sadece bir gün görmüş olmak için Girne'ye gittik. O sıcakta gördüklerimden çok etkilenmemiş olsam da yaptığımız alıverişler için gitmemize değdi diyebilirim.

Bu da Casinoda parasını ikiye katlayan ben (temsili) :)

Brokoli Muffin


Daha önce bir paylaşımda brokolili muffin görmüştüm. Evde sararmaya yüz tutmuş brokolileri görünce o paylaşım geldi aklıma. Aradım bulamadım. Yine de vazgeçmedim, kendi tarifimi uydurdum. Çok da güzel oldu. Doruk ara öğün olarak afiyetle yedi. Kahvaltı için de alternatif olacağını düşünüyorum. Tarifi şöyle:

Malzemeler: 
Yaklaşık iki dolu avuç brokoli
1 yumurta
Yarım bardak yoğurt 
1 tatlı kaşığı tereyağı
1 su bardağı un
1 kaşık yulaf ezmesi (tepeleme)
1 kaşık yulaf kepeği (silkme)
1 paket kabartma tozu
1 avuç ezilmiş beyaz peynir
Bir tutam tuz

Yapılışı:
Brokililer haşlanıp ezilir. Bütün malzemeler ilave edilip çırpılır. Muffin kalıpları yarısına kadar doldurulur. Önceden 180 derecede ısıtılmış fırında 20-25 dakika kadar pişirilir.

7 Ekim 2015 Çarşamba

1,5 Yaş Etkinliklerimiz

Bir yerlerden gördüğüm, birilerinin tavsiye ettiği ya da kendi uydurduğum etkinliklerimizden bazılarını fikir olsun diye paylaşmak istedim. Evlerimiz oyuncakla dolu olsa da çocuklar her şeyden çok çabuk sıkılıyorlar ve bu tarz etkinlikler hayat kurtarıcı oluyor. 

1. Hem çocuk gelişimi açısından faydalı hem de maliyeti düşük etkinliklerimizden biri sepetteki oyuncakları kurtarmak. Bu etkinlik çocuğun el ve parmak kaslarını geliştiriyor. İnce motor gelişimi için parmak kaslarının gelişmesi önemli. İçindeki bütün oyuncakları çıkarmak da iş bitirmeyi, sonuçlandırmayı öğretiyor. Ben biraz abartıp içini oyuncakla doldurdum, hepsini çıkarmak çok vakit aldığı için sıkıcı olmaya başladı. Doruk da sabredemedi oyuncaklar düşsün diye, sepeti ters çevirip silkelemeye başladı :) Çok fazla oyuncak koymamak en iyisi.


2. Bir diğer etkinliğimiz şişe filesinden çubukları geçirmek. Bu tarzda çok fazla oyuncağımız var aslında ama çocuklar bu yaşlarda sokup çıkarma etkinliklerine bayılıyorlar. O yüzden farklı bir alternatif olsun diye bunu yaptık. Çubuklar yerine fındık, nohut gibi şeyler de kullanılabilir. Yine ince motor gelişimini destekleyen, parmakları çalıştıran bir etkinlik ve yapımı da çok kolay.


3. En uzun süre oyalandığımız etkinlik ise kilitli poşet ve parmak boyasıyla hazırlanıyor. Hazırlaması bir dakikamı almadı ama hemen hemen iki hafta kullandık bu poşeti. Kilitli poşete parmak boyasını koyup havasını tamamen çıkarıp kilitledim ve boyayı yaydım. Sonra bir çubuk yardımıyla resimler çizdik. Sildik, yeniden çizdik ve sildik, yeniden çizdik. Bu etkinlikle işimiz bitince atmadık ve içindeki parmak boyasıyla başka bir etkinlik yaptık.



4. Sprey şişesiyle ilk çalışmamızı banyoda yaptık. Duşakabini güzelce ıslattık ve sıkmayı öğrendik. Sonra birkaç gün dışarı çıkarken şişemizi yanımıza aldık ve çiçekleri suladık. Sonra bir sabah kalktığımızda teyzemiz bize çim adam getirmişti. Onu her sabah ve her akşam sulamaya başladık. Birkaç gün sonra çim adamın saçları çıktı ve çok şaşırdık. Bu etkinliği yaparken Doruk bazen kendini ve bolca beni suladı ama ikimiz de çok keyif aldık. Sorumluluk duygusu kazandırmak için 1,5 yaş çok erken ama 4-5 yaş için bu çim adam etkinliği çocuğa sorumluluk kazandıracaktır. Her sabah ve her akşam sulamak gerekiyor. Saçlar çok çabuk uzadığı için de arada bir kırpmak gerekiyor. Çocuğun bu görevleri sahiplenmesini sağlayabilirsiniz.



5. Hamur kesmece yine çok sevdiğimiz etkinliklerden biri. Doruk'un yine yemek yemediği bir öğünde çaresizlikten doğan çok basit bir etkinlik. Bu etkinlikle nispeten bıçak kullanmayı öğrendik. Küçük parmaklarımız çalıştı ve bir yandan da yemeğimizi yedik :)



 6. Kirli etkinlikler seviyorsanız parmak boyayı kesinlikle denemelisiniz. Doruk başta bulaşmasından korktuğu için rahat hareket edememişti ama ben eline koluna biraz boya sürünce acısız bir işlem olduğunu anladıysa demek o da açıldı :) Bahçede çimlerin üzerine örtümüzü örttük, kağıtlarımızı serdik ve yüzümüz gözümüz dahil her şeyi boyadık. Doruk çok ciddiyetle çalışmış olsa da ben çok eğlendiğimi itiraf etmeliyim. Evde fazla iş çıkmasın istiyorsanız geniş bir çalışma alanı açın bence.


7. Yine parmak boya kullanarak yaptığımız bir etkinlik de taş boyama. Mama sandalyesini streçle iyice sarınca temizlik problemi de olmuyor. Gerçi ben şanslı annelerden biriyim sanırım. Fotoğraftan da anlaşılacağı gibi Doruk temiz bir çocuk, kirlenmekten çok hoşlanmıyor. Gördüğünüz üzere tek parmakla çalışıyor :) Gerçi o parmakla sonra sandalyesini de boyamaya başladı ama 1,5 yaş için bu kadar temizlik anlayışı da yeterli zaten.



8. Hassas Anne Etkinlik Merkezi'nde öğrendiğimiz buz boyama etkinliğini de zaman zaman yapıyoruz. Gerçi havalar soğumaya başladığı için artık yapmıyoruz ama yaz sıcağında yapılabilecek keyifli bir aktivite. Bir balonun içine su doldurup dondurucuya atıyorsunuz, donunca fotoğraftaki gibi buzdan bir yumurtanız oluyor ve parmak boyasıyla boyuyorsunuz.



9. Yemek yedirme etkinliklerimizden biri de kumbaraya düğme atma. Çok basit bir etkinlik gibi göründüğüne bakmayın, üç öğün yemek yememize yardımcı oldu, boru değil :) Ve tabiki ince motor gelişimini de destekliyor.



10. Kumda kendini kaybetmeyen çocuk var mıdır bilmiyorum. Ben bu yaz tatilde kumun, güneşin, denizin tadını çıkardım ve iyice dinlendim desem abartmış olmam. Çünkü Doruk hiç sesini çıkarmadan saatlerce kumla oynadı ve ben de rahat rahat kitabımı okudum. Hal böyle olunca kinetik kum almak da şart oldu. Kumu görünce evde de kendini kaybetti. Uzunca bir süre kalkmak istemedi kumun başından, zorla ayırdım. Vakit geçirmesi için çok güzel bir yöntem ama rahat temizlendiği söyleniyor ya, yok öyle bir şey. Evet yerden rahat toplanıyor ama saçları, üstü başı kum içinde kalıyor. Sonrasında kum döke döke banyoya gidiyorsunuz. Oynadıktan sonra hamur gibi temizlenmesini istiyorsanız hiç bulaşmayın. Ama biraz kirlenmek güzeldir kafasındaysanız, hiç durmayın hemen alın. 

11. Doruk'un favori etkinlikleri genelde suyla yapılanlar. Bense bir kere denedikten sonra bir daha bulaşmıyorum :) Üstümüzü başımızı ve de ulaşabildiğimiz en uzak mesafeye kadar her yeri su içinde bırakıyoruz. Bu etkinlikte suyun içindeki balıkları (ben toka kullandım) süzgeçle yakalayıp boş bir kaba koyduk. İki tane balık yakaladıktan sonra "nöff tamam yea bem bu işi yapıyormuştum, miraz da şu suynan etrafı ıslatsam daa keyifni olurmuştu benceyse" moduna geçtik. Biraz daha büyük yaşlar için daha uygun bir etkinlik olduğuna karar verdik :)



12. Yine su ve yine ikinci kez tekrarlamaya elimin gitmediği bir etkinlik. Ama ellerini kullanma açısından çok güzel bir etkinlik olduğunu düşünüyorum. Bir kaptan diğerine süngerle su aktarmaca. Süngeri iyice sıkan tosbik parmaklar da ayrıca güzel görüntüler oluşturabiliyor :)

Şimdilik bu kadar.. Bir sonraki etkinlik yazım çok yakında :)


17 Eylül 2015 Perşembe

Pisi Kedi'nin Sayma Macerası



Pisi Kedi'yle Doruk'tan yıllar önce yeğenime kitap alırken tanışmıştım. Pisi Kedi Eğlence Zamanı dokun öğren kitabıydı ve yeğenim çok uzun bir süre o kitabı elinden düşürmemişti. Birlikte defalarca okuduğumuzu hatırlıyorum. Yıllar sonra Doruk için kitap araştırırken Pisi Kedi aklıma geldi. İş Bankası Yayınları Kitabevi'ne uğradığım bir gün sordum. Malesef dokun öğren serisi artık yokmuş. Mevcut kitaplarına baktım ve Pisi Kedi'nin Sayma Macerası'nı aldım. Her şeyden önce renkler ve çizimler harika. Sayıları öğrenirken her sayfada farklı bir maceraya çıkıyorsunuz. İlk sayfada Pisi Kedi ve arkadaşlarının ulaşım araçları var. Uçaktan karavana, trenden kaykaya bir çok farklı araçla yola çıkıyorlar. Deniz kenarında eğlendikten sonra kırlarda piknik yapıyorlar, yağmur ormanlarına arkadaşlarını ziyarete gidiyorlar ve artık yorulunca Pisi Kedi'nin bahçesinde kamp yapıyorlar. Her sayfada el-göz koordinasyonunu geliştirmek için yapılan, sayılacak objelerin bir kısmını gizleyen kulakçıklar var. Sayı arttıkça objeleri bulmak için daha dikkatli bakmak gerekiyor. Ve ben bunun bebeklerin dikkatini yoğunlaştırmayı öğrenmesinde faydalı olduğunu düşünüyorum.

Okuduğumuz kitapları dönem dönem kaldırıp tekrar çıkarıyoruz. Pisi Kedi'nin Sayma Macerası çıktığı zaman en uzun süre kalan ve daha sık aralıklarla çıkan kitaplarımızdan birisi. Çünkü Doruk bu kitabı okurken çok keyif alıyor. Resimde gördüğünüz Doğum Günü Hazinesi ve Kayıp Kitap daha büyük yaşlar için (3-4 yaş) daha uygun. Çünkü hikayeler daha uzun yani daha çok yoğunlaşma gerektiriyor ve kitap sayfaları kağıttan yapılmış yani yırtılmaya pek müsait. Ama biz yine de Pisi Kedi sevdiğimiz karakterler arasına girdiği için ileride okuruz diye kütüphanemize ekledik bu kitapları. Pisi Kedi'yle tanışırsanız seveceğinizi düşünüyorum ve tanışmanızı şiddetle tavsiye ediyorum.

Sevgiler..

15 Eylül 2015 Salı

Uzun Bir Aradan Sonra

Uzatılmış bir ev hanımlığıydı benimkisi. Hiç bitmeyecek gibi gelmeye başlamıştı ama nihayet bitti. İşe döndüm. Zor olacağını düşünmüştüm, neyseki olmadı. 

Aslında sorsalar 6 aydan çok kalmazdım evde. Bazen hesaplar çarşıya uymuyor. Bizimkide uymadı. Doruk 19 aylık, ben 20 ay evdeydim. Düşününce ne çok şey yaşamışız bu sürede. Mutluluklar, hayal kırıklıklıkları, ameliyatlar, rahatlamalar, yeniden dolmalar, ilkler, sonlar.. Güldüğüm kadar ağladım belki ama sonradan bakınca kötü anıları görmüyorsun. Doruk'la dolu dolu bir buçuk sene. İlklerini gördüğüm ve yanında olduğum için çok mutluyum aslında. Belki olmasaydım pişmanlığı, eksikliği kalacaktı içimde.  Ama yine de sağlık problemleri olmasaydı bu kadar uzatmazdım. Kendi ruh sağlığı için hayatına devam etmeli insan. Zaten ev hanımıysan problem yok ama çalışıyorsan ve evde olmanın nasıl bir şey olduğunu bilmiyorsan annelikle aynı anda öğrenmek şok etkisi yapabiliyor. Bir süre sonra, aslında öyle olmasa da işe yaramıyormuş gibi hissetmeye başlıyorsun. 

30 yaşına kadar yaz tatilleri dışında hiç evde durmamış biri olarak çok zorlandım. En çok neyi özlediğimi sorarsanız uzaklara bakmak derim mesela. Doruk'la her gün dışarı çıksak da, her fırsatı değerlendirip bol bol tatile gitmiş olsak da çoğu zamanı evde geçince insanın baktığı en uzak mesafe karşı binanın duvarı oluyor. Kendimi uzaklara bakmam lazım derken bulduğum zamanlar sayılamayacak kadar çoktur. Pijama sorunsalı var sonra. Evde makyajlı, şıngır mıngır oturabilen bir insan olmadım hiçbir zaman. Normalde de çok makyaj yaptığım söylenemez zaten. Şıklığı bir kenara atıp rahatlığa sarıldığım doğrudur evdeyken. Bakımlı olmanın verdiği özgüveni unutmuşum mesela. İşe başlayınca hatırladım. 

Ev hanımlığı çok zor bir meslekmiş. İş yükü olarak, sorumluluk olarak çok ağır değil belki ama sürekli kendini tekrar eden günler yaşıyorsun. 20 aylık ev hanımlığını başarıyla tamamladığımı düşünüyorum yine de. Çocuk da olunca iş başa düşüyor. Yemek yapmayı işkence gören, hayatında hiç sebze çorbası yapmamış Esin daha önce görmediği sebzelerden harika çorbalar yapmaya başladı; dondurucuyu sağlıklı gıdalarla doldurup kışlık domates, biber sosları hazırladı; kendi uydurma tarifleriyle leziz balık köfteleri, şekersiz çikolatalar, dondurmalar, yulaflı kurabiyeler, kekler, sebzeli pilavlar, sağlıklı yemekler ve daha neler neler yaptı. Bir bebeğe dokunamayan Esin 1,5 sene bir bebeğin her şeyiyle yardım almadan tek başına ilgilendi. Bunları yapan Esin miydi? Eski Esin olmadığı kesin. Şimdi belki daha zor. Eve yorgun geliyorum, Doruk'la oynarken aralara bir iki iş sıkıştırmaya çalışıyorum, Doruk için sağlıklı yeni tarifler denerken gözlerimi açık tutmaya çalışıyorum. Hala emzirdiğim için deliksiz uyuyamadığım 5-6 saatlik uykudan nasıl uyandığımı bilemeden yeni bir güne başlıyorum. Ama daha mutluyum. Ekonomik özgürlüğümü yeniden elime aldım, yeniden işe yarar hissediyorum. Hiçbir zaman daha değersiz olmadım belki ama yeniden daha değerli hissediyorum. O yorgunluğa fazlasıyla değiyor yani.

İçimi dökünce yazı biraz uzadı ama Doruk'u bu sürece nasıl alıştırdığımı anlatmak istiyorum aslında. İstanbul'un bir ucunda oturup diğer ucunda çalıştığım için sabahları çok erken çıkıyorum evden. Bu yüzden bakıcı bulmayı daha doğrusu bulabilmeyi düşünmemiştim hiç. Hep yarım gün kreş, yarım gün annem seçeneği vardı aklımda. Başka seçeneğim varmış gibi sanki. Ama tesadüf mü kader mi yoksa şans mı bilmiyorum bakıcı bulduk hiç aklımda yokken. Bakıcı demek tuhaf geliyor şu an. Daha ilk günden Doruk'un teyzesi, benim de ablam oldu. Bu alıştırma sürecinde bana gerçekten çok yardımı dokundu. Doruk zaten sosyal bir çocuk, kimseye yabancılık göstermez ama teyzesiyle ilk günden kaynaştı. Nereden başlayacağımı bilemiyordum. Bu zamana kadar her işiyle kendim ilgilendiğim için başkasına bırakmaya pek elim varmıyordu ama teyzesinin ilk günden kaşığı elimden alması, Doruk'un işlerini sahiplenmesi, biraz tuhafıma gitse de, işimi oldukça kolaylaştırdı. Doruk ona alıştıktan sonra, ben evden çıkmaya başladım. İlk gün bir saat, sonra günlerce 4-5 saat. Teyzesiyle çok güzel oyunlar oynadıkları için beni hiç aramadı. Üç hafta sonra işe başladım. İşe başladığım gün hastaydı. Teyzesi yoktu, o günü annemle geçirdi. Ama o üç haftada bensiz yaşamaya alışmıştı ve benim ne olursa olsun ona geri döneceğimi öğrenmişti. O yüzden hiç zor olmadı. İkinci gün teyzesi de geldi. İlk günler bana biraz tavır yaptı ama en uzunu beş dakikayı geçmedi. Zaten bütün gün meme aradığı için dönüp dolaşıp kucağıma konuverdi. Üçüncü gün annaa (anne) demeye başladı :) Biliyordum benim işe başlamamı beklediğini, kepçe ve cetvel diyebiliyorsa anne de diyebilir mantığıyla. İkinci haftadayız ve artık her şey rayına oturdu. 19 ay burun buruna yaşadığımız için zor olur diye düşünmüştüm ama tereyağından kıl çeker gibi olmasa da kolay oldu yine de.

Çok uzatmadan toparlamak istiyorum. İşe başlayacaksanız size iki tavsiyem var. Birincisi çocuğunuzun yeni hayatına alışması için ona zaman verin. Ben üç hafta verdim. Bu kimi çocukta bir hafta kimi çocukta bir ay olabilir ama ihtiyacı duyduğu zamanı ona mutlaka verin. Küçücük kafalarında kötü şeyler kurmalarına izin vermeyin. İkinci tavsiyem ilk zamanlarda gittiğinizi mutlaka ona söyleyin. Ben bir kez haber vermeden çıktım (çok uzun sürmeyeceği için düşünemedim), ben dönene kadar evde koşturup beni aramış. Sonraki çıkışlarımı hep söyledim. "Ben işe gidiyorum, şu saatte geleceğim, gelince oyun oynayacağız senle, tamam mı?" dedim. Ben giderken ağlasa bile, daha kolay sakinleşti ve alıştı. Bir süre sonra bana el sallamaya, öpücük yapmaya başladı. Çok erken çıktığım için uyuyor oluyor genelde ama işe başladığım gün tesadüfen Doruk da uyanmıştı, bu çok iyi oldu mesela. Beni gördüğü, kaçmışım gibi olmadığı için çok sevindim. Sonrasında kaçta gidip geldiğimi öğrenecekti nasılsa.

Bir de ben aylar öncesinden "ben artık baba gibi işe başlayacağım, sabah gidip akşam geleceğim" demeye başlamıştım. O da bir süre sonra onaylamak için kafasını sallamaya başlamıştı. Sürece olumlu etkisi olmuş mudur bilmiyorum ama bir zararı olmadığı kesin.

Biz işe başlama sürecini böyle atlattık. Alışma sürecimiz de sonrası da bizi çok zorlamadı. Ben çalıştığım için mutluyum, Doruk'un da evde mutlu olduğunu bildiğim için gözüm arkada değil. Umarım başladığımız gibi rahat devam ederiz. Darısı işe başlayacak diğer annelerin başına :)

4 Eylül 2015 Cuma

D-Man Barselona'da


Doruk'tan sonra değişen çok şey oldu belki ama gezme konusunda kendimi hiç kısıtlamadım. Biraz daha yorucu olsa da gezmek ikimize de iyi geliyor. Doruk her ne kadar hareketli bir bebek olsa da gezmeyi sevdiği için gezerken arabasında oturuyor ve yorulunca mızlanmadan uyuyup bana da zaman tanımış oluyor. Böyle olunca her fırsatı değerlendirip bol bol geziyoruz. Uzun gezilerde tek sorunumuz yemek oluyor. Sadece anne sütü aldığı zamanlarda her şey çok daha kolaydı ama yine de bir yol bulunuyor. Taşıyabileceğimiz ve bozulmayacak şeyleri yanımıza alıyoruz. Evde kalma imkanımız varsa evde kalmayı tercih ediyoruz ve böylece kahvaltımız, çorbamız sorun olmaktan çıkıyor. Dışardan yememiz gerekirse güvenilir yerler arıyoruz. Olmazsa tatildeyiz nasılsa biraz rahatlamakta hiç sakınca yok deyip hazır bebek yemeklerinden yiyoruz.

Babasının Barselona’da 5 günlük eğitimi çıkınca 9 güne tamamlayalım siz de gelin dedi. Bana hadi deyince olmaz dediğim görülmemiştir zaten. Doruk da anasının oğlu :) Yolculuktan sadece üç hafta önce gitmeye karar verdik. Pasaportu hazırdı zaten, vize işlemlerini de bu işi yapan şirketlerden biri aracılığıyla hızlandırıp üç gün içinde vizemizi de aldık. Ben Doruk’la 5 gün boyunca yalnız kalacaktım. Nasıl olur diye düşünsem de yine de gitmemeyi hiç aklıma getirmedim. Ama sonra arkadaşlarımız da gelmeye karar verdi ve yalnız kalmamış olduk. Barselona’da kalmak için ev kiraladık. Böylece kahvaltı ve çorba yapma şansımız oldu. Kusmayan çocuk dışarda yediğimiz bir gün kusup beni korkutunca dışardan yedirmedim sonra ve gerekince hazır bebek yemekleriyle idare ettik. Dışarıda sadece balık yedik iki defa. Ve başka sorun yaşamadık.

İlk gittiğimizde araba kiraladık. Andorra ve Valencia’ya gittik. Onun dışında yedi günümüz Barselona’da geçti. Normalde yedi gün fazla belki ama ben aceleyle gezmeyi pek sevmiyorum zaten. Bir bebek ve bir çocukla da hız biraz düşüyor tabi. Sindire sindire dolaştık ve hatta sevdiğimiz yerlere ikinci kez gitme şansımız da oldu. Böyle olunca çok keyif aldım bu geziden.

Gezi blogu yazıyor olsaydım uzun uzun anlatırdım gezdiğimiz yerleri. Hatta size bir gezi planı bile çıkarırdım ama o kadar abartmak istemiyorum. İsteyen olursa özelden konuşalım :) Kısaca Barselona’yı çok sevdiğimi söyleyebilirim.  İnşaat mühendisi olarak Gaudi’ye hayran kaldım. Büyüdüğü zaman okuması için Doruk’a Gaudi’nin hayatını anlatan bir kitap ve birlikte yapmak için Barselona etkinlik kitabı aldım. Hatırlamayacak belki ama bir gün gittiğinde orayı çok sevecek, çünkü bilinçaltında çok güzel anılar biriktirdik :)


Neyse fazla uzatmadan sözü Doruk’a bırakıyorum. Bu arada gittiğimizde Doruk 14 aylıktı.


Tutturmuşlar tapas da tapas. Daa gelir gelmezden tapasçıya gitmiştik. Ekmeğin üztüne koymuşlar batatezi, balınkı yiyip yiyip duruyormuştular. Eve gitseymiştik ben size şokellalı, ballan yağlı ekmek yaparmıştım. Yumurtalı da yapabilirmiştim. Parnaklarını bilem yermiştiniz o zaman. Getirmişsiniz beni buraya, aş karnıma o gadan bira içimce bayılmışsam demek.. Ballam yağlı ekmek istiyormuştum şindi. Mındık ezmeli de olabilirmişti.

(El Xampanyet)


Mümünüsün en arkasına köşesine atmışlarmıştı beni. Bütün kızlar toplandı gülüyomuşsa, bana da gül diyomuştular! O zaman buraya otursaymıştın da gülseymiştin sen. Yek yeaaa.

(Andorra yolunda)



Otobüzde püfürük püfürük eserek dolaştık. Somra şok sıkıldıysam sağa sola bakçaana bemle ilgilensinmişti diye anneme saldırmıştım. Samki şok eğlemiyormuşuz gibin olmuştu. 

(Valencia'da)





Somra gerçekten de eğlemmeye başladık.  Minalar minalar.. Şok sıkıcıymışsa demek asıl eğlemce içimizdeymişti, demiştim ben. Neyirlen meraber kudurumca herkes şok eğlemmişti. Anneme bakın, nasıl da mutmu hi ha hooo :) 





Ööle İstambol'da yol kapatmaklan paşa olunmuyomuştu. Elin memmeketinde kapatsınmıştı da görseydikdi. Ben kapatdım ahan da ispatı..







Fotonların çoğumda uyuyormuştum gibin gözünkebilir. Koştururkene foton şekmeyi beceremiyormuşsa annem. Ben ööretçekmiştim ona. Yarın.

(La Rambla'da)




Bu fotonda da gözünktüğü üzere uyumuyormuştum aslımda. Şok önemli bişey düşünüyormuşsam demek güneş beni şaşırtmasınmıştı istedim.





Her yerde bi zürafan mulup foton çekilmiyomasaymıştık olmazmıştı çümkü. Annadık seviyormuştuk ama adımın zürafararnan bu kadar anılmasına da gerek yokmuşsa aslımda.

(Barcelona Zoo'da)


Neyirr şok pis yakalammışsak demek, şurda ikin uslu oturalım bari. Dişlerim kaşınıyormuştu benim, o geyinke o yüzden dalmışsak annatamamıştım mi türlü. Yakalammıştık hem dimlemiyor beni dişlerimi kaşısaymıştı en azımdan. Otur otur. Menim de bacanklarımı bağdaş yapsaymışsan daha şok masun gözükür müymüştükki acabası?



Yalamdan ağlıyormuştun numarası yapıyormuştum. Sem de hamın hamıncık otur. Mişmanlıktan öldüümüzü sancakları zaman şu flamenkomu kuşlarımdan yakalarız bi tane. Dişlerim kaşınıyomuştu hala.



Kızz afferim sana. Mirinin kucağımdaykene öbürüsünü de elinlen yoklayıp gönül yapıyormuşsun. Şok fenaymışsan sen demek. Bak şindi bana bak naapçakmıştım. Kendi elleriynen yakanayıp getirceklerdi o flamenkomu kuşunu bana.





Evet, ordaymıştım. Hikayem bile varmıştı. Mirazdan anlatacağım.

(Makamaka Beach Burger)







Miram gelene kadar şöyle mi selfiin çekineyim kıznarnan. 





Hikayem murda başlayıp bitiyormuştu. Kızlara bakarkene demgemi kaybettiysem şok pis düşmüştüm yüzümün üztüne. Ama kızların dikkatini şektiysem somra, o zaman da ben yüz vermemiştim. Böyle durumlarda gözüm annemden maşkasını görmüyormuştu.





Küçük bir kanguruymuşsam ben. Annemin cebinde sokak sokak dolaşmıştım gecelerde. Aslımda öne dönük seviyormuştum. O zaman her yeri kuş bakışın görüyordum ama uykum gelimce dönüyormuştum. Kafamı oraya dayayımca şok güzel uyumuyormuştu. Aşık havada tıngır mıngır. Seviyormuştum gezmeyi. Uyurkem bile. Annem bana sokak kuşu diyormuştu. Kızıyormuş gibin bi havalara pozlara giriyormuştum ama 'hayde atta' ilk ve tek cümlemmişti. Güzelmişse sokak kuşu olmak, geziyormuştum gecelerde.

(Plaça Bilmem ne'de :) )


Neyirr dooru beklediğimize emin miymiştik? Mütüm otobüzler geçiyormuştu. Durak değilmişse burası belki de. Ezbanolca öğremmeden gelmeyelim bidaakine.








Yaamur yağımca herkesin müze gezmecesi tuttuysa, mu kadan sıra bekleyemezmiştim ben. Telebatink güçlerimlen duvarın arkasını görcekmiştim ben. Siz bekleyin. Ben murdan bi bara geçerimdi. İki mira içip beklerimdi. Ezbanollarlan soppet ederimdi o zaman.

(Picasso Müzesi'nde)







Ezbanool arkadaşlar yapmıştım kemdime. Beraber parka gitmiştik. Şok tatlı şocuklardı.





Şurdan bi mındık ver bakim.

(Cerveseria Catalana)





Yine uyuyormuşsam tek sebebi zaatlerdir aynı yerde turluyormuş olmamızmıştı. Şok güzelmişte burası, porkatal kokuyormuşta, minalar eskiymişte, çiçenkler renkliymişte, tükanlar da şok albemiliymişmiş. Sen o taş yollarda tangur dumgur arabaynan dolaş ondan somra konuşalım kim uykucuymuştu. Uyumuyormuşsam napçaktım. O yollarda sersem mi olsaymıştım. Beni bıraksaymıştı La Barmla'ya giderdim, orda bana çikk diyen bi kız varmıştı. Onu bulur ne demek istediini öğremirdin. Somra da sıcak şikileta içermiştik onlam. Uyumasaymıştım napçaktım? Ha?

(Poble Espanyol'da)





O otobüzdeki Ezbanool teyzesi bana öpücünk yapmayı öğretmiştiyse acayip kızlar tavlanıyormuştum. Mi de herkesim bir köpeği varmıştı murda. Meee diye baartmışlardı beni dakka başı. Naapçaktınız o kadar havlan, mirini bana verseymiştimiz ya. Severdim ben onu.

(Plaça Reial)



Du. Du bakim. Daa ömce üş kez geçmemiş miydik biz murdan? Noluyo murda? Neden aynı yere dönüp duruyormuştuk. Annem şok sevmişse bu sokağı her gün mutlaka uğruyormuştuk galibaysa.

Şu boyalardan biz de alsaymıştık, gidimce evin duvarlarını boyarmıştım bem de. Unutmiyim ben bunu. Şok güzel olcakmıştı.

(Bonsucces)


Ezbanyoooooolaaaa Ezbanyolaa la la la la la la la la la la. Ezbanyoolaaaaaaa la la la la. La la la la la la la la la la la la. Oouuuuvvvvvv Ezbanyoolaaaaaa.

(Parc Güell)



Kim paşaymıştı? O muymuştu? Paşa kimmişti? Ben mişmiydim? Paşa demiştim miydi? Benmiştim işte. Değilmiş miydim? Paşaymıştım.










Tutturmuşlar bi zelfii çekinelim gözlerinde günej gözlünkleri. Beni günejin altında yakçaklarmıştı. Yek yeaaa. Eele totomu çekersinmişti işte.

Gugudi diye bi adam varmıştı. Dagrada bamilyayı yapmıştı eskiden, annem söylemişti çok sevmişse. Ben de sevmiştim aşşaa yukarı koşuncaklı yapmış.  Baarımca da şok güzel ses cıkıyomuştun. 

(Sagra Da Familia)



Seviyormuştum kız seni. Şok eğlemiyormuştuk birlinkte. Ama onu yemiycem. Beni böyle numaralarlan kandıramazmıştınsa haberin yokmuştu galiban.

(Barri Gotic)






Yokhan gelmişti, o verdi bana böcünkleri, yoksa ben yememdi . O yaptı ahanda orda. Yokhaan istemiyormuştum, ben annemin verdiği yeşil bulamaçlı gibin olan şeyi yiycektim. Zorlamasaymıştın keşkem.

(Cerveseria Catalana)








Bu çift gibi.. Yıllanalım ama yaşlanmayalım. Olmaz mı?