24 Nisan 2019 Çarşamba

Cehennem

'Eğer bir ağaç gökyüzüne ulaşmak istiyorsa, kökleri tam cehenneme gitmelidir.' Nietzche

Devir Nietzche'ninkinden çok farklı olsa da insan aynı. İnsan kendi isteğiyle cehennemin dibine iner mi? İnmeli. Ben inmeye çalışıyorum. Doruk doğduğundan beri, beş yıldır kendimle çok fazla uğraşıyorum. Kendimi anlamadan anneliği öğrenemeyeceğimi, oğlumu anlayamayacağımı biliyorum. Beş yıl önce başladığım noktaya kıyasla cehenneme çok daha yakın ama bir o kadar da uzaktayım. Çünkü indikçe çıkıyorsun, dibi buldukça şifanı da görüyorsun.

Bunun yolu beyne meydan okumak, bilinçaltını deşmek. Beynimizin bizi korumak için diplere ittiği olayları bulmak, anlamak, yüzleşmek. Her şeyin bir nedeni var. Neden düzenlisin, neden tembelsin, neden erteliyorsun, neden acelecisin, neden uzaksın, neden soğuksun, neden  çok iyisin, neden öfkelisin, neden böylesin...? Neden böylesin? Hepsinin cevabı bilinçaltında. Uzun süredir bilinçaltımı kurcaladığım için bir çok şeyin farkındayım artık. Bilinçaltım çok açık. Beynimin beni korumak için seçtiği birinci yol unutmak, o yüzden benim için bilinçaltımı deşmek çok zor bir süreçti, hala öyle. Çok şeyin farkındayım, ama daha çok dibe inmeliyim bunun da farkındayım. Bitmeyen bir dip. Ama Nietzche'nin söylediği gibi köklerin cehenneme indikçe dalların gökyüzüne çıkıyor.

Bilinçaltını tanımaya başlamak için önce derin bir farkındalık oluşturmak gerekiyor. Yaşadağım olaylara otomatik tepki vermekten çıkışım çok kolay olmadı. Hala daha bazı durumlarda farkında olmak istemiyorum sadece tepki vermek istiyorum diye zorluyor beni beynim, bazen kazandığı da oluyor. Ama eninde sonunda gerçekte neye tepki verdiğimi düşünmeye başlıyorum eskisinden farklı olarak. Ve düşündükçe bulduklarıma inanamıyorum. Dehşetle fark ettiğim şeyler oluyor. Keyif aldığım ya da nefret ettiğim keşifler yapıyorum kendi içimde, geçmişimde, derinlerimde. Ama sonuçta keşfettiğim her şey beni gökyüzüne uzatıyor.

Farkındalık oluşturmakta bana yardımcı olan kitaplar, tanıdığım ya da hiç tanışmadığım insanlar var. Bu bir yol, hep devam edecek. Ama belli bir noktaya geldiğinde başına gelen olayları felaket gibi ya da mucize gibi görmeyi bırakıyorsun. Önceden felaket olarak yorumlayacağım, daha kötüsü olamaz diyeceğim, her şey bitti diye bakacağım olaylara şimdi çok daha farklı bir gözle bakıyorum. Cam gibidir, kırıldıkça çoğalır insan da. Tıpkı yol ayrımlarında olduğu gibi. Çoğaldıkça yol sayımız artar. Yolu çok olansa çıkmaza düşmez hiç, düşse de kolay olur çıkması. Yapması gereken tek şey önündeki yollardan birini seçmektir. Daha kolay seçer diğerlerinden. Ve bunun yanında kendine bakmayı biliyorsa çok şey görür, öğrenir. Önceden mucize diye yorumlayacağım, şans diyeceğim olayların aslında çok daha fazla yaşanabilir olduğunu biliyorum. Çünkü şans karşına çıkan fırsatları fark etme kapasitendir. Gözün kapalıyken olursa mucize olur, gözün açıksa her gün olabilir, çok sık olabilir. Gözünü açmaksa gerçekten çok zor. Önce cehenneme inmeli.

..Esin..

9 Nisan 2019 Salı

Engel mi?

Senin sadece çocuk olmanı istiyorum. Bugün olduğun şey. Yarın olacağın şeyle yarın sen ilgilen, ben kafa yormayayım istiyorum.

Ben kim olmak istiyorum ile Doruk'un kim olmasını istiyorum ya da daha doğrusu Doruk gelecekte kim olmayı ister sorularının cevaplarını sürekli karşılaştırıyorum. Seni olamadığım kişi yapmamak için. Nelerden hoşlanıyorsun, nelerden hoşlanmıyorsun, hangi alanlarda yeteneklisin, hangilerinde değilsin gördükçe not alıyorum. Seni yönlendirirken hata yapmamak için. Ki yapacağım ama en azından içim rahat olacak. Bu hatalar bencilliğimden değil iyi niyetimden kaynaklanacak. Arada kendimi kontrol de ediyorum tabi ki. Mesela bugün karate derslerine başlıyorsun. Ve ben buna karar verirken o notları çok kurcaladım. Yo yo, kendimi karate yaparken hayal edemiyorum. Ben tembel bir insanım (bu en sevdiğim etiketim). Hayal etmesi bile yorucu benim için. Evet, spor yapmanı istiyorum. Her şeyden önce sağlığın için sporu hayatına sokmak benim görevim bunu biliyorum. Ama sana futbol ne bileyim basketbol, ‘bol’la oynanan herhangi bir spor yap demiyor da seni karateye yönlendiriyorsam bu tamamen senin tercihindir. Çünkü notlarımda açık açık yazmışım ‘Yüzümü gözümü dağıtacak kadar güçlü, çok pis kafa atıyor.’ Bir de ‘İyi zıplıyor.’ var. Uzun atlama kursu olsaydı o da bir seçenek olurdu ama bulamadım. Neyse işte.. Kendi yapamadıklarım, ‘başkalarının çocukları’nın yaptıkları ya da o da vardı, bu da vardı, şunu da yapsa fena olmaz mıydı kafasına girmemek için.. Çok da bir şey yapmıyorum. Tek yaptığım sana bakmak. (Aslında seni felsefesi nedeniyle aikido yaparken hayal etmiştim ama onu da evin yakınında bulamadım.)

Ne güzel, ne keyifli yazmışım. Halbuki bu maceramız ne kadar da kısa sürdü. Öncelikle hocadan hoşlanmadım, çocuklarla nasıl iletişim kuracağını bilmiyordu, seni de korkuttu. Bir daha gitmedik oraya ama vazgeçmedim, araştırmaya devam ediyordum. Sonra doktora gittik ve hevesim kursağımda kaldı. Yo, kursağımda kalan karate yapamayacak olman değildi. Doktor dedi ki ‘sol kulağı duymuyor’. Öyle böyle değil neredeyse hiç duymuyor. Bazen beni duymamazlıktan geldiğinde sinirleniyordum ya, o duymamazlık kaldı kursağımda. Hala da kursağımda. Gider mi bilmem.

Doğduğunda yapılan işitme testlerinden dördüncü seferde geçtin, hiç de normal değilmiş ama normal dediler Türkiye’nin en iyi hastanelerinden birinde. Ve biz, inandık. Dört buçuk sene kaybettik. Nasıl anlamayız diye çok kızdık kendimize ama o kadar güzel konuşuyordun ki be çocuk, hiç belli etmedin. Kitap diliyle konuşuyor demişti doktorun, bebeciktin daha. Biz uyurken sen nelerin üstesinden gelmişsin.

Doktora giderken beş olmadan beşinci anestezisini almak zorunda kalmaz umarım diyordum. Hani iki çocuktan birine tüp takıyorlar ya artık, öyle olursa diye endişelenmiştim. Beş olmadan beşinci anesteziyi de aldın. Ama benim düşündüğüm kadar basit değilmiş. Düşündüğüm şey basitmiş meğer.

Şimdi.. Güçsüz olan kulağına robot takıyoruz ara ara, güçlensin diye. Güçlendiğine inanıyoruz. Ben hatta duyacağına da inanıyorum. Kızıyoruz birlikte kulağındaki güçsüzlüğe, git diyoruz, oğlumun güzel kulağını rahat bırak diyoruz. Diğer kulağına gözümüz gibi bakıyoruz, herhangi bir kulaktan daha kıymetli çünkü. O yüzden karate falan araştırmıyoruz. Daha birçok şeye dikkat etmek zorundayız.

Öğrendiğimizde dağıldım, evet. Ama artık başa geleni daha kolay kabul ediyorum. Daha kötüsü de var hayatta diyorum. Onları düşününce abartamıyorum. Önüme daha kolay bakabiliyorum. Bu süreçlerin beni bu noktaya getirmiş olmasına teşekkür ediyorum hatta. Oğluma her baktığımda daha çok şükrediyorum. O bu kadar minikken bu kadar güçlü durabiliyorsa, şikayet etmiyorsa sana ne oluyor diyorum kendime. Kontrolü eskisinden daha çok bırakıyorum ona, çünkü kontrol edemeyeceğimi artık çok iyi biliyorum. Kontrol etmeme gerek olmadığını da. Engellere hayatı boyunca inanmamış birisi olarak böyle davranmam gerek zaten. Engel olmamam gerek. Başka hiçbir şey engel değil çünkü.

Bir de her gece sen uyurken kulağına diyorum ki ‘Çok seviyorum seni. Senden asla vazgeçmeyeceğim. Sen çok kıymetlisin.’ Öylesin. Duysan da duymasan da.

..Annen..

4 Nisan 2019 Perşembe

Etiket Sorunsalı

Oğlum..

Sana yüklediğimiz, yükleyeceğimiz ve yükleneceğin bütün sosyal kimlikler için özür dilerim. Kendi yüklendiğim sosyal kimlikler yüzünden bazen öz kimliğini görmezden gelebiliyorum. Özür dilerim. Kendi öz kimliğimi bulmadan seni tam olarak göremeyeceğimi biliyorum. O yüzden kendimi arıyorum. Bulabilir miyim bilmiyorum ama sadece bu arayışın bile seni olduğun gibi görmeme, kabul etmeme yardımcı olduğunu düşünüyorum.

Hepimiz etrafımızın bizi şekillendirdiği insanları oynuyoruz. Bizden istenen bu ve biz de bunu yapıyoruz. Çocukluğumuzda bolca etiketleniyoruz ve o etiketlere inanıyoruz. Ben özümde kimim diye sormadan, sen busun dediklerinde kabul ediyoruz. Ve tam da o oluyoruz, başkalarının olduğumuza inandığı kişi. Şanslı olan kimilerimiz çok geç olmadan bunun farkına varıp düzeltmek için çaba harcayabiliyor. Kimileriyse çok geç fark ediyor ya da fark etmeden yaşayıp ölüyor. Ben hangi aşamada fark ettiğimi, ne kadarını fark ettiğimi henüz bilmiyorum. Mesela bana sayısalcısın dediler, sayısalcıyım dedim, mühendis oldum. Çok mutsuzum. Mesleğimi sevmiyorum. Ve matematiğinin iyi olmasının sayısalcı olmak demek olmadığını artık çok iyi biliyorum. Bazen sana karşı aynı şeyi yaparken buluyorum kendimi. Doruk spor yapmayı çok sevmiyor, sanatsal etkinlikler daha çok ilgisini çekiyor diyorum. Hem de senin yanında. Hem de bu kadar küçücükken. Sporcu olma ihtimalini alıyorum elinden, sporu sevme ihtimalini de. Bunu yaptığımı fark edip kendimi düzeltmeye çalışıyorum ama yapabiliyor muyum bilmiyorum. Sporu sevmeyen Doruk, sanatı seven Doruk, o Doruk, bu Doruk... Sana yakıştırdığım, sana yapıştırdığım tüm etiketler için özür dilerim. Bunlar bir gün senin sosyal kimliklerini oluşturacaklar, biliyorum. Ne olduğuna inanırsa o olur insan. O yüzden kimseye hatta bana bile inanmamayı öğretmek istiyorum sana. Bir de kendini dinlemeyi. Kendi öz kimliğini görebilmeyi. Özünde yoksa hayatında da olmasın diye. Özünde varsa hayatın o olsun diye. Nasıl bilmiyorum ama deniyorum işte.

Özünü bulmana yardım edebilecek miyim birlikte yaşayıp göreceğiz. Ama sonuç ne olursa olsun bir gün diyeceğim ki: 'Git ve olmayı istediğin adamı boşver, olmanı istediğimiz adamı boşver! Olduğun adamı bul. Gerçekte olduğun adamı. Bütün sosyal kimliklerini bir kenara bırak ve öz kimliğini ara. Özünü bul.' Bulduğunda istekleriniz çakışıyorsa o zaman doğrusunu yapabilmişim diyebilirim ancak.

..Annen..

28 Mart 2019 Perşembe

GRİ

Üç ana renk var artık hayatımızda: Mavi, yeşil ve gri. Giderek grileşen mavi. Giderek grileşen yeşil. Ve giderek büyüyen gri. Hiç itiraf edilmemiş olsa da insanlığın en sevdiği renk GRİ.

İnşaat mühendisiyim ben. Ruhumla uzaktan yakından alakası olmayan bir meslek. Ama ben de ruhumu görmeye başlayana kadar bir süre gri için çalıştım. Artık çalışmıyorum. Yeşil için, mavi için çalışmanın yollarını arıyorum. Düşünüyorum. Kafa yoruyorum. Her insanın yapması gerekeni yapıyorum yani. Minik minik adımlar atıyorum belki ama büyük bir değişim için de insanların minik adımlarına ihtiyaç var zaten. Büyük bir değişim için oluşturulması gereken devlet politikasını insanların minik adımları fitilleyebilir ancak. Sonuçta arz-talep dünyasında yaşıyoruz. Ne talep ettiğimize çok dikkat etmeliyiz. Yeşil mi? Gri mi?

Peki mavi için yeşil için neler yapıyorum?

  • Daha önce evde zehirli kimyasalları kullanmayı bıraktığımı yazmıştım. Mevcut yeşile zarar vermemenin bir yolu bu.
  • Tüketim miktarımı azalttım. İhtiyacım olmayan hiçbir şeyi almıyorum artık. Sırf benim olsun istiyorum diye, keyfimden bir şeyler satın almıyorum. Çünkü satın aldığım ürünlerin yapım, nakliye ve kullanım aşamalarında tüketilen doğal kaynakları hesaba katmak zorunda hissediyorum.
  • Tüketim tarzımı değiştirdim. Yerel ve küçük üreticileri tercih etmeye çalışıyorum. Varsa yerlisini alıyorum. Dünyanın öbür ucundan gelen bir ürünün yolda tükettiği enerjiyi hesaba katıyorum. Çevreye duyarlı üreticileri arayıp buluyorum. Azlar belki ama varlar. Geri dönüştürülemeyen kargo poşetlerini kullanmamak için kargo paketi hazırlamaya ciddi zaman harcayan çok tatlı üreticiler var. Aldığı hammaddeyi çevreye duyarlı tedarikçilerden temin edebilmek için arayışını sürekli hale getiren çok dikkatli üreticiler var. Adil olalım, ürettiğimiz şeyi herkes kullanabilsin, herkes faydalanabilsin diye nasıl fiyat düşürürüz derdine düşen, maddi yetersizlik nedeniyle ulaşamayan insanlarla ürün tarifini paylaşan çok düşünceli üreticiler var. Arayınca buluyor insan.
  • Atıklarımı azalttım. Sıfır atık mertebesine ulaştığımı söyleyemem ama deniyorum en azından. Kompost yapılabilecek gıda atıklarımı organik gübre işi yapan bir arkadaşım için biriktiriyorum mesela. Bir ara evde yapmayı da denemiştim. Çöpe atmadan önce bunu yeniden değerlendirebilir miyim ya da değerlendirebilecek birini tanıyor muyum diye düşünüyorum. Evde fazlalık fikrinden çok hoşlanmadığım için gereksiz şeyleri bir gün işe yarar diye stoklayamıyorum asla ama tüketim azalınca çöp de azalıyor ister istemez. Eve giren miktarı düşünce çıkan miktarı da düşüyor doğal olarak. Atık miktarını azaltabilmek adına yapılabilecek çok ama çok basit şeyler var. Sadece dikkat etmek gerekiyor. Mesela bu yola girmeden önce ne kadar atık çıkardığını düşünmeden aldığımız kahve makinesini kullanmak yerine french presste demliyorum kahvemi. Eskiden her gün dolan çöp kutum artık haftada bir doluyor. İş yerinde de su için pet şişe almayı bıraktım, damacana alıyorum. Neredeyse hiç çöpüm olmuyor artık.
  • Ve geri dönüşüm. Geri dönüştürülebilir atıkları çok uzun zamandır ayırıyorum zaten ama geri dönüşümün de ciddi enerji gerektirdiğini düşününce geri dönüştürülebilir atıklarımı da azaltmayı deniyorum. AVM'leri, marketleri, alış veriş için dolaşmayı hiç sevmiyorum. O yüzden internet alışverişini kullanıyorum genellikle. İnternet alışverişi de çok fazla paket atığı çıkarıyor ne yazıkki. Geri dönüşüm atığını azaltabilmek için minimal paket kullanan üreticiler arıyorum. Bulsam da sıfırı yakalamak mümkün değil. Kullanılmış paketleri değerlendirebilecek birilerini bulamadım henüz çevremde ama arıyorum. Bulursam eğer geri dönüşüm atığım da ciddi oranda azalacak.

Ben mesleğim itibariyle bir ara griye çalışmış olduğumu kabul ediyorum. Mesleğimden bağımsız çalıştığım zamanlar olmadı mı peki? Hepimiz griye çalışıyoruz aslında. Kabul edelim. Yeşile, maviye sevgimiz lafta kalıyor. Lafta kalmasın diye yukarıda yazdığım şeyleri yapıyorum. Fazlasını yapabilmek için de arayış içindeyim. Peki ya siz? Bugün mavi ve yeşil için ne yaptınız? Ya gri için?

'Bazen hayret ediyorum, bu gezegenin neresinde yaşarsan yaşa, gökyüzü ve deniz mavi, toprak kahverengi, ağaçlar yeşil ve binalar gri.' Ara Güler

(Fotoğraf Buğday Derneği'nin çok severek kullandığım bez çantasından.)

..Esin..

18 Mart 2019 Pazartesi

Şu Kimyasal Meselesi

Parfüm, deterjan, temizlik malzemeleri, araba kokuları... Alerjik bünyem nedeniyle her zaman rahatsız ettiler beni aslında. Ama kimyasal maruziyetimi azaltmaya başladığımda yirmili yaşlarımın ortasındaydım. Ciddi oranda azaltmam ise hamileliğimde oldu. Son bir yıldır ise kimyasalı neredeyse tamamen çıkarttım hayatımdan. Neredeyse tamamen diyorum, çünkü tamamen çıkartmamız mümkün değil ve bence gerekmiyor da. Birincisi vücudumuz zaten kendi ürettiğimiz biyokimyasallarla dolu. Biz de kimyasalız yani. İkincisi bazı zararlı kimyasallar doğru dozlarda bir araya geldiğinde zararsız hale gelebiliyor (sabun gibi). Ve üçüncüsü bedenimizin tolore edebildiği kadar kimyasal almakta problem yok aslında, sorun o sınırı aştığımızda başlıyor. Önemli olan sonuçta vücudumuzda toksik kalıp kalmaması. Bu nedenle satın almayı bıraktığım kimyasallardan zararlı kimyasallar olarak söz edeceğim. Karbonatın da bir kimyasal olduğunu düşünürsek kimyasal konusunda obsesif hissetmek çok anlamlı gelmiyor bana.

Zararlı kimyasalları neden bıraktım? Evet, önce oğlumun sağlığı sonra kendi sağlığım için. Bu kadar mı peki? Hayır. Her ne kadar görmezden gelsek de hepimizin sağlığından çok daha önemli bir şey var aslında. O da doğanın sağlığı. Evde kullandığımız kimyasallarla kendimizden öte tüm dünyayı zehirlediğimizin farkına varmamız gerekiyor önce. Çamaşır için, bulaşık için kullandığımız deterjanlar giderlerden akıp giderek doğadan izole bir yerlerde saklanmıyor. Temizlik için klozete döktüğümüz çamaşır suyu sifona bastığımızda atomlarına parçalanarak yok olmuyor. Kullandığımız şampuan, duş jeli, el yıkama jeli, diş macunu bize yapışıp kalmıyor. Çok azı bize, hemen hepsi doğaya karışıyor. Hepsi yer altı sularına dönüşüyor. Doğayı zehirlemekle kalmıyoruz, doğadaki bütün canlıları da zehirliyoruz. Sonra bu zehirlediğimiz canlıların bir kısmını, bu kimyasal dolu atık suların kirlettiği doğada yetişen bitkileri, sebze ve meyveleri, o doğada beslenen, yaşayan hayvanları da yiyoruz hatta. Yine sonunda hem doğayı hem kendimizi zehirlemiş oluyoruz. Ve bu döngü hiç değişmiyor. Ama döngüdeki zehir miktarı her geçen gün giderek artıyor. Yani kullandığım kimyasal oranını hem ev haklının vücudunun tolore edebildiği hem de doğanın tolore edebildiği oranlara çekebilmek adına eve giren ve çıkan kimyasalları hassas bir özenle sorgulamaya başladım.

Artık çamaşır ve bulaşık deterjanlarımı, cif, temizlik sıvısı, sıvı sabun, şampuan ve diş macunumu kendim yapıyorum. İnternette bin tane tarif var, deneyerek herkes kendine uygun tarifleri bulabilir. Ben en basitlerini uyguluyorum genelde. Sürekli bir arayış içinde değilim yani. Bir tarif işe yaradıysa ikincisini denemiyorum. Evime giren kimyasallar çamaşır sodası, karbonat, boraks (sadece beyaz çamaşır deterjanında kullanıyorum), limon tuzu, oksijenli su, arap sabunu ve sabun. Bunlara ilaveten sirke, tuz, çivit tozu, zeytinyağı, hindistan cevizi yağı ve birkaç şişe aromaterapi yağıyla ev ve kişisel temizliğimizi gayet yeterli bir şekilde yapabiliyoruz.

Kimyasal konusunda kişisel bakım da önemli bir yerde duruyor tabi. İyi hissetmek için bakım ve makyaja karşı olmasam da bireysel olarak pek ilgi alanıma giren bir konu değil. Kendimi bildim bileli kullandığım 2-3 makyaj malzemem vardı ve onlar da düğünden düğüne kullanılırdı. Hamileliğimden beri içeriğini anlamadığım hiçbir ürünü eve sokmuyorum. Kutu kutu kremlerim yok. Göz kalemi, rimel, kapatıcı, güvenilir küçük üreticilerden temin ettiğim ya da evde bal mumu, zeytinyağı gibi doğal malzemelerle yaptığım krem ve deodorant dışında hiçbir bakım ürünüm yok. Çünkü fazlasına ihtiyacım da yok. Bu bakış açısını kazanmamda son birkaç senedir uygulamaya çalıştığım minimal yaşam tarzı da çok etkili oldu diyebilirim. İhtiyacımdan fazlasını almadığımda hatta mümkünse hiç almadığımda zehir de almamış oluyorum.

Ben doğal yaşam bloggerı değilim. Zaten doğal kelimesi de artık her yerde karşımıza çıktığı için çok itici geliyor bana. Doğal denen her şeyin doğal olmadığını biliyorum. Ben hatta blogger bile değilim. Burayı bana ait bir kutu gibi görüyorum, içimi döküyorum bazen, o kadar. Kimseye bir şey öğretme gibi bir derdim yok, birilerine öğretecek kadar da bilmiyorum zaten. Kendi arayışımdayım, kendi yolumdayım. Ama bu yazıyı birilerine bir şey öğretmek için yazıyorum, evet. Kullandığım ürün zararlıysa bana zararlı bakış açısını çok ama çok bencil buluyorum. O ürün hepimize zarar veriyor ve artık herkesin bunu anlaması gerekiyor.

..Esin..

11 Mart 2019 Pazartesi

Mutluyum, Mutlusun, Mutlu

Gitmek... Hep istediğimiz, hep hayalimiz. Uzaklaşmak, sıfırdan başlamak, hayatımızdaki bütün olumsuzlukları geride bırakıp en iyisini bulmak... Sanki giderken kendimizi bırakabilecekmişiz gibi ısrarla, inatla gitme hevesi. Kendimi de alıp götürürsem ne değişecek? Her şey, bütün anılar, bütün yaşanmışlıklar, hatta yaşanmamışlıklar, karakterim, öğrenilmiş bakış açım da kafamın içinde benimle gelmeyecek mi? Gitme hayali, gitme planlarına dönüşünce oturup bir liste yaptım. Hayatımda beni mutlu eden neler var yazdım. Ne çok şey varmış. İnanması çok zor ama bir listeyle aslında ne çok mutlu olduğumu gördüm. Geride bırakmak istemediğim, uzaklaşmak istemediğim, hepsini bırakıp sıfırdan başlamayı göze almak istemeyeceğim şeyleri fark ettim.

Kalem... Kağıt... Oturup hayatınızda sizi mutlu eden ya da etmesi gereken şeyleri yazın. Tek tek. Düşündüğünüzden çok daha fazla mutlu olduğunuzu göreceksiniz. Tek bir günü gözden geçirince bile insan hayatında şimdiye kadar farkında olmadığı kadar mutluluk kaynağı olduğunu fark edebiliyor.

Mutlu olup bilmeme gibi bir durum söz konusu olabilir mi? İnsan ne hissettiğini bilmez mi? Mutlu bir insan olmak için yirmidört saat kesintisiz mutluluk mu duymalıyız? Ve insan tek bir listeyle aydınlanabilir mi?

Bir kere şu konuda anlaşalım. Bütün duygular geçicidir ve kısa sürelidir. İyi ki de öyle. Yoksa mutluluğumuz gibi üzüntülerimiz de uzun sürerdi. Kendini dinlediğinde çok kısa bir süre içinde mutlu, kaygılı, üzgün, neşeli, kırgın, coşkulu... hissettiğini göreceksin. Mutlu, mutlu, mutlu değil ama mutlu, kaygılı, mutlu, yorgun, mutlu, mutlu... gibi bir sıklıkta mutlu hissediyorsanız, aslında mutlusunuz demektir. Kesintisiz hissetmediğimiz için mutlu olamadığımızı düşünüyoruz. İmkansızı istiyoruz. Duygular gelir geçer. Önemli olan ne sıklıkta geldiklerini fark etmek. Genel duygu durumumuzu anlamamızın yolu bu bence. En azından ben yolumu buldum. Size de tavsiye ederim.

Hayatınıza bir bakın, sizi mutlu eden neler var. Fark edin onları. O kadar minicik olabiliyorlar ki, gözden kaçırmayın. Ve dikkatinizi onlara verin. 

..Esin..

27 Şubat 2019 Çarşamba

Tekrarla

Hayatında kalıcı olmasını istediğin şeyi tekrarla. Bıkmadan usanmadan. Hatta bıksan usansan bile.


Doruk doğduğundan beri çok sık duyduğum bir cümle var: Çocuk tekrarla öğrenir. Evet öyle. Bunun tartışılacak bir yanı yok. Tekrarlıyoruz biz de. Sayıları, çiçekleri, böcekleri, dinozor türlerini... Çocuğun tekrarla öğreneceği şeyler sadece bunlar olabilir mi peki? Sürekli tekrar edilen bilgi dolu cümleler. Aslında belki çoğumuzun zaten sık sık tekrar ettiği ama bazılarımızın da pek aklına gelmeyen şeyler de var. Çok daha önemli şeyler hatta. 

Bilgi dolu cümleleri çok duyacak o çocuk, sen tekrarlasan da tekrarlamasan da çok şey öğrenecek. Bilgi çağındayız. Kaçışı yok. Belki bu yüzden çocuklarımız her şeyi bilsin istiyoruz. Erkek ornitorenkin arka ayağında zehirli bir diken var dediğinde, bir yandan ornitorenk ne ki diye düşünürken diğer yandan gururlanıyoruz ama ben çocukların yaşından büyük bilgilere boğulmasına karşıyım. Doruk daha doğmadan karar vermiştim: Bir şeyleri öğretme derdinde olmayacağım hiçbir zaman. Her şeyi bilmesin. Gerektiği kadarını zaten doğal akışın içinde öğrenir diye düşündüm hep. Öyle olmadı ama. Zaten her tarafımız çılgınlar gibi bilgi kaynağıyla dolu. Doğal akışında gerektiğinden çok daha fazlasını öğrendi, öğreniyor. Kendi öğrenmek istediklerini zaten tekrarlatıyor, durmadan soruyor. Yoksa ben çılgın mıyım, niye dinozor türlerini tekrar edip durayım.

O çok daha önemli şeylere odaklandım hep. Seni çok seviyorum, iyi ki varsın, şu yanakları her gördüğümde içimden öpme geliyor falan. Her gün o kadar çok tekrar ediyorum ki öğrenmemiş olması mümkün değil. Bunları okulda ya da başka bir yerde öğretmeyecekler. Benim dışımda hiçbir kaynakta bulamayacağı çok az bilgi var. Onlar da bunlar işte. Ne kadar değerli olduğu, ne kadar sevilesi olduğu, nasıl güzel olduğu, nasıl bal koktuğu... Çocukta kalıcı olması gereken bilgiler bunlar bence. O yüzden çok sık tekrarlamak lazım.

..Esin..

21 Şubat 2019 Perşembe

Oğluma Not

Oğlum... Sana öğretmem gereken o kadar çok şey var ki vaktim, ömrüm yetecek mi bilmiyorum. Her şeyi kendi başına öğrenebileceğini, aslında yaşayarak öğrenmenin en akılda kalıcı yöntem olduğunu da biliyorum. Ama bir şeyleri tecrübe ederek öğrenmek o kadar çok vakit alıyor ki işini biraz kolaylaştırmak, zamanını başka şeylere ya da çok daha fazlasını öğrenmeye harcayabilmen için elimden geldiğince yardımcı olmak istiyorum sadece. Çünkü sen benim en büyük sorumluluğumsun. Büyüyeceksin ve artık benim sorumluluğum olmaktan çıkacaksın. O gün geldiğinde içim rahat olsun istiyorum. Üstüme vazife olanı layıkıyla yerine getirebilmiş olmak istiyorum. Hepsinden öte o gün geldiğinde hazır olduğundan emin olmak istiyorum. O yüzden böyle notlar yazıp duruyorum. Daha da yazacağım. Yazdığımdan çoğunu konuşacağım. Hatta konuşmadan davranışlarımla göstermeye çalışacağım.

Her insanın çukurları vardır. Yeri gelecek kendi çukurlarında yeri gelecek hikayenin diğer kahramanlarının çukurlarında tökezleyeceksin. Belki düşeceksin. Kendi çukurlarına bak, kendi çukurlarını doldurmak için çabala. Diğerlerinin çukurlarını doldurmaya kalkarsan dolmaz, inadına derinleşir. Kendileri doldursun diye cesaretlendir, yeter.

İyi günlerin olacak. Kötü günlerin de olacak. Zaman akarken, günler geçerken olayları da süpürür. Bütün duygular geçer. İyisi de, kötüsü de. Bütün düşünceler sahtedir. Düşüncelerine sarılma. Onlar sadece gerçeği görmeni engeller. Duygularına sarılma. Gelip geçmelerini izle. Yeri geldiğinde keyifle, yeri geldiğinde buruk, kırık. Asla aklından çıkarma: Geçecek. Hep geçer çünkü.

Hayatın akışkan, değişken olmasına izin ver. Çünkü zaten öyledir. Direnme, hayatındaki şeyleri, içinde olduğun durumları sabit tutmaya çalışma. Bırak aksınlar, akarken hayatını da seni de değiştirsinler. Büyümek böyle bir şey çünkü. Değişmek istemezsen büyüyemezsin. Yaşamak böyle bir şey çünkü. Her geleni sabit tutmaya çalışırsan boğulursun, yorulursun. Hoyratça bir akışkanlıktan bahsetmiyorum. Fırtına olma, sel olma. Sakin bir günde dalgaların kıyıya hafif hafif vurduğu deniz ol. Yavaşça ak.

İç sesini dinle. Ona de ki: Sen ben değilsin. Her duyduğunda onun başka biri olduğunu hatırla ve ona kendi cevabını ver. Sakin bir iç sesin varsa sorun yok ya da hiç yoksa. Ama benimki gibi hiç susmadan konuşuyorsa gerçek seni bastırır. Sen kimsin bilemezsin. Gerçekte ne istediğini bulamazsın. Olaylara gerçek bakış açın olmaz, sahtedir o ve asla senin değildir. Senindir sanırsın, çıldırmamak için kabul edersin ama hiçbir zaman gerçeği göremezsin. İç sesini susturman mümkün olmayabilir, bu herkesin başarabileceği bir şey değil sanırım. Ama onu dinlememeyi herkes başarabilir. Ya da dinleyip ‘Yanlış düşünüyor olabilirsin’ demeyi. Biraz çaba gerekir bunun için, bolca egzersiz gerekir. Kesinlikle kolay değildir ama bu çabaya değer. Sonuçta kurtaracağın şey iç huzurundur. Hayatta çok değerli çok az şey var ve onlardan birinin bu olduğuna emin olabilirsin. Hem iç sesini dinlemediğinde kazanacağın tek şey bu olmayacak. O ses bazen ‘Yapma’ der. ‘Ama ben yapmak istiyorum’ diyemezsen, onun sana sunduğu bahaneleri kabul edersen: Yapamazsın. Yaşayamazsın. Hep eksik kalırsın. Bazen de ‘Hadi yap’ der. ‘Bu çok aşırı saçmalama’ diyemezsen, onun gerekçelerini içselleştirirsen: Yaparsın. Kırarsın. Dökersin. Kırılır, dökülürsün. Hem de gerçekten istemediğin halde. O ses ‘Sen’ değilsin. İç sesini iyi dinle, bak göreceksin. O ses senin sesin değil.

..Annen..

14 Şubat 2019 Perşembe

Hatalar Yazısı

Hatalar yapmaya devam edeceğim. Bir daha asla dersem, inanma. Çünkü insan olmak böyle bir şey. Yaşamak spontane olabilir ancak. Planlanamaz. Planlar yaparsın, bir daha hata yapmayacağım dersin ama yaparsın. Hiç hata yapmadan yaşayamazsın. Ben de yaşayamam işte.

Her gün hata yapıyorum, hata üstüne hata yaptığım da oluyor. Ama ben bu hatalar için kendime aşırı yüklenmekten vazgeçtim artık. Düzeltmeye çabalamaktan vazgeçmiyorum ama düzeltmeye çabalamadan kendime kızıp kendimi yargılamaktan vazgeçtim. Hata yapmamaya çalışacağım. Hatamı fark ettiğimde düzeltmeye, bir daha tekrarlamamaya çalışacağım. Özür dileyeceğim. Sonra farklı hatalar yapacağım ve onlar için de aynı şey geçerli.

Bunları neden mi yazıyorum? Hatalar yapacaksın ve belki sana çok kızacağım (bu da bir hata). O zaman diyeceksin ki: Sen de sürekli hatalar yapıyorsun. Bu normal. Ben de insanım ve hayat bu, hatalarla dolu. Bana kızma, beni yargılama. Hatalarımla büyüyeceğim.

Hatalar yapacaksın. Yap. Sonra fark ettiğinde düzeltmeye çalış. Özür dile. Ama hata yap. Hata yaptığın için kendini suçlama, yargılama. Hata yaptığın için sende sorun olduğunu düşünme. Yanlış olan hata yapmak değil. Yanlış olan kendini suçlamak.Yanlış olan birilerinin seni suçlamasına izin vermek. Yanlış olan hata yapmaktan kaçmaya çalışmak. Bu hayattan kaçmak, fırsatları kaçırmak anlamına gelir çünkü.

Hiçbirimiz mükemmel değiliz. O yüzden kimsenin kimseyi, kendini bile mükemmel olmaya zorlamaya hakkı yok. Kendini ya da bir başkasını mükemmel olmaya zorlama. Hata yapmaktan kaçma. Bile bile değil ama bilmeden yapmaktan korkma.

Bu yazıyı geçen sene yazmıştım. Oğluma notlarımdan biri. Bu kitabı da ilk defa dün akşam okuduk, uykudan önce. Kitabı okuyunca 'işte bu' dedim. Oğluma anlatmak istediğim şey buydu:

Hata yap ki düzeltme şansın olsun. Düzeltme şansın olduğunda daha iyisini yapmayı öğrenirsin ve yaparsın.

..Esin..

6 Şubat 2019 Çarşamba

5 Oldu

Daha çok para, daha çok eşya, daha çok yemek... Hepsi içimizdeki duygusal boşlukları doldurmak için istediğimiz şeyler. Oysa duygu deliklerini duygu iplikleriyle yamamak gerekir.

Doruk gelip boşluklarıma yama olunca fark ettim bunu. Çok sevince, çok sevilince. Çok sarılınca, göz göze kahkahalar atınca. Çocukluğumda oynamadığım kadar oyunlar oynayıp nefes nefese kalınca. Hayal gücümün dibini bulup daha önceden hiç anlatılmamış masallar uydurunca. Alnının ateşi dudaklarımı yakınca. Öyle ilaç kokularıyla baygın kollarıma yatınca. Gözleri korkuyla büyüyüp acı içinde ağlarken minik ellerini bana uzatınca. Görmesin diye göz yaşlarımı içime içime akıtınca.

Ama iyi ama kötü duygularla boşluklarımı yamadı. Ve ben... Hepsini kabul ettim, ayırmadan, kayırmadan.

Şimdi biliyorum. Hayat bu. Boşluklarla dolu. Hep bir şeyler olacak ve yollarım yara alacak. Ve o yaraları neyle saramayacağımı biliyorum artık. Neyle sarabileceğimi de.


Ve oğlum... İyi ki doğdun desem yetmez içimdeki coşkuyu anlatmaya. Doğum günün kutlu olsun desem yetmez doğumunu kutlamaya. Hep çocuklar annelerine borçlu hissettirilir ya, öyledir anneler hep verir. Sen hiç öyle hissetme. Sana verdiklerim senin verdiklerinin, kazandırdıklarının yanında hiçbir şey değil. Seni çok ama çok seviyorum da nasıl anlatsam bilemiyorum.

..Annen..

Çocuklar İçin Beş Sevgi Dili

Etrafımız ergenlikten çıkamamış yetişkinlerle dolu. Bazen ben de kendimi ergen bir çocuk gibi buluyorum. Yaşım tutmuyor ama. Bu yüzden de hiç normal değil.

Neden orda takılıp kalmışız diye düşünüyorum. Hiçbirimiz koşulsuz sevilmemişiz çünkü. Koşulsuz sevmek çok zor çünkü.

Ama öğrenilmez değil. Koşulsuz sevmeyi öğrenmeye çalışıyorum. Öğrenmek isteyen ya da sadece anlamını merak edenler için bir başlangıç tavsiyem var. Şimdiye kadar okuduğum en ama en güzel çocuk gelişimi kitaplarından biri: Çocuklar İçin Beş Sevgi Dili.

Her ebeveyn okumalı diye geçiştiremeyeceğim. Bence herkes okumalı. Çocukluğumuzda eksik kalanları görmek, anlamak için.



..Esin..

29 Ocak 2019 Salı

Keşke Okullu Olmasa

Okulu sevmiyorum. Kendi okul hayatıma bakınca bana kazandırdığı çok bir şey bulamıyorum. Benden çaldığı çok şey olduğunu düşünüyorum. Kendimi kalıplara tıkılmış, pişirilmiş gibi hissediyorum. O kalıplardan kurtulup kendi yolumu bulabilmiş değilim hala. Bulabilecek miyim ondan da emin değilim.

Doruk için okul bakıyoruz bir süredir. Kafam çok karışık. Okul söz konusuysa oturup çılgınlar gibi ağlamak geliyor içimden. Kendimi çaresiz hissediyorum. Keşke okula gitmemesinin bir yolu olsaydı, okulsuz eğitim şansı, okulsuz eğitim verebilme kapasitemiz. Ama yok. Şimdi oğlumun hangi kalıplara sokulacağını seçmem gerekiyor. Büyüdüğü zaman neyi tercih edeceğini bilmiyorum. Bilme imkanım da yok, farkındayım ama bu beni çok rahatsız ediyor.

Devlet okullarının durumu belli. O bir seçenek bile değil artık. Şöyle ki özel okulların da durumu belli. Hiçbir okul vadettiğini sunmuyor gerçekten. Yarısına razı olup göndereceksin sinir harbi istemiyorsan. Öğretmen konusu tamamen sürpriz, onu zaten bilip de seçemiyorsun. Ama ilkokulda en önemlisi de öğretmen. İlkokul öğretmeninin Türkçe ve matematiğinin çok iyi olması gerektiğine inanıyorum ben. Birinden biri eksikse çocukta da eksik kalıyor. Sonra toparlaması çok zor. Türkçe ve matematiğinin iyi olması da tek başına yetmiyor. Ayrıca çocukla bağ kurup anlatabilme becerisi de gerekiyor. Ama dedim ya sürpriz işte.

Okul seçtiğini sanıyorsun ama aslında hiçbir şey seçemiyorsun.

Seçemediğim bir şey için bu kadar kafa yormak ne işe yarayacak bilmiyorum. Ama bunun başka bir yolu var mı onu da bilmiyorum. Birilerinin geçtiği yoldan biz geçiyoruz şimdi. Daha sonra birileri de bizim geçtiğimiz yoldan geçecek. Yolun sonunda ne var bilme şansımız yok. Her şeyi kontrol altında tutamayız. Çocuklarımızı okuldan koruyamayız ne yazık ki.

Tek merak ettiğim onu kalıplara sokulmaktan koruyabilir miyim? Koruyabilirsem nasıl? Asıl kafa yormam gereken konu bu sanırım.

16 Ocak 2019 Çarşamba

Dinozor Ağzı Gibi, Yapış Yapış

Hafta sonu bir seminere katılmıştım. Ve seminerde dehşetle fark ettim ki insanlar gerçek travmalarının kaynağının farkında değil. Suçlu olmadığı halde suçluluk duyuyor herkes. Çoğu zaman ben de öyle hissettim. Asıl sebeplere inmek, gerçek suçluyu teşhis etmek... Neden bu kadar zor?

Dile döktüğünden değil, içinde, kalbinde, ruhunda hissettiğin gerçekten bahsediyorum.

Cesaret edip bulabilir misin?

Kalbinde hissettiğinin dile döktüğü olduğunu düşünenler! Emin misiniz? Korkmadan kalbinize bakabilir misiniz? Kendi kalbinize dokunabilir misiniz? Size en imkansız gelen ihtimalleri de düşünebilir misiniz?

Size asla zarar vermeyeceğini düşündüğünüz insanlar var ya... Siz fark etmeden en büyük zararı vermiş olabilirler mi?

Doruk'un kitaplarından birinde dinozorların ağızlarının yapış yapış olduğu yazıyordu. Okurken kendimi hayatım boyunca hep öyle hissettiğimi düşündüm. Yapış yapış, acı bir yapışkanlık. Dinozor ağzı gibi.

Ben hiç dokunmatik bir insan olmadım. Biri elini omzuma atsa nefes alamam, uyumak için yaslansa kasılıp kalırım. Konuşurken dizime, omzuma falan dokunan insanlardan hiç hazzetmem. Hele ben hiç dokunamam. O dokunma nasıl eğreti kalır elimde. Bu, benim en belirgin özelliklerimden biri sanırdım. Benimsediğim, kabul ettiğim, ben de böyleyim dediğim. Öyle değilmiş ama.

Bu bir suçmuş hatta. Birinin suçuymuş. O kişi hiç farkında değilmiş ve hiç de olmayacakmış ama suçmuş yine de.

İnsan çocuğuna nasıl sarılmaz merak ediyorum. En büyük ihtiyacının bu olduğunu nasıl anlamaz? Annem de benim gibiydi. Hiç dokunmatik değildi. Yapış yapış, acı bir yapışkanlık. Annemin bana sarıldığını, gerçekten sarıldığını hiç hatırlamıyorum. Fiziksel ihtiyaçlarımı karşılamak için zorunlu, işmiş gibi yapılan mecburi temaslar dışında hiçbir temasımız olduğunu sanmıyorum. Hissetmedim çünkü o hissi. Bilinçaltımda bir yerlerde durmuyor. Hissetmiyorum. Hala aynıyız. Karşılaştığımızda yalandan öpüşüyoruz işte, hissiz, duygusuz. Ama ben çocukluğumu onun torunlarıyla ilişkilerinde görüyorum. Nasıl sarılamadığını, öpüp koklayamadığını, dokunmaya çalışmasının nasıl boş bir gösteriş olduğunu ruhumda duyuyorum.

Doruk doğduğunda, onu kucağıma aldığımda kollarımla ona sarılamadığımı hissettim. Onu itmek yerine kollarımı koparttım attım. Kalbimle sarıldım, ruhumla sarıldım. Tüm yapış yapışlığımla sarıldım. Hiç acıtmadım. Şimdi koridorda karşılaşsak bana sarılmadan geçip gitmesine izin vermiyorum. Bir damacana ağırlığını çoktan geçtiği halde, belimin sırtımın dehşet verici ağrılarına rağmen istediği zaman üstüme tırmanmasına, istediği kadar kalmasına izin veriyorum. Hatta biraz daha kal diyorum her defasında. Donuk bedenimi eritmeye başladığı için şükrederek. Bedeni hiç donmasın diye kalbimin sıcaklığını göndererek.

Annemin suçlu olmadığını bildiğim halde suçluyorum onu. Ona sarılmadıkları için sarılmayı hiç öğrenemediğini  biliyorum. Yapış yapış doğduğunu, öyle büyüdüğünü biliyorum. Ama kendi yaşadıklarını bana yaşatmasına anlam veremiyorum. Ben fark edip zinciri kırabildiysem o da yapabilirdi diyorum. Kimseye sarılmadığını bana sarılabilirdi. Bunu yapmadığı için suçluyorum onu.

Ve oğlum. Şükrediyorum. Bana doğduğu için. İçimden sevgi dolu bir ruh doğurduğu için. Bu lanet döngüyü kırma cesaretim olduğu için. En kırılgan yanım olup en güçlü yanımı uyandırdığı için. Bana kendi kendime sarılmayı öğreten kapıları açtığı için.

Şükrediyorum.


..Esin..

9 Ocak 2019 Çarşamba

Neymişim?


İnsan nasıl yeteri kadar iyi anne olur? Eğer anneyseniz çok düşünmüşsünüzdür bu sorunun cevabını? Ben de düşündüm. Hem de beynim patlayıncaya kadar. Yeterli bir insan olmadan nasıl yeteri kadar iyi bir anne olabilirdim ki?

Doruk beş yaşında şimdi. Ve ben ona baktığım zaman yeterli bir anne olduğumu görüyorum artık. Eksikleri olan bir yeterlilik belki. Hatta kusurları olan bir yeterlilik. Ama ona bakıyorum ve eksiği, kusuru olmayan bir çocuk görüyorum.

Hiçbir zaman tam olamamış, hep yarım kalmış bir anne nasıl yeterli olur?

Bir çocuğa verecek neyim var ki diye düşündüm hep. O yüzden hiç çocuk istemedim. Hanedanlığım yoktu. Dünyalarım yoktu. Dünyaları kazanacak hırsım hiç yoktu. Öyle verdiğimde koluna bilezik olacak yeteneklerim de yoktu. Ama gerçek öyle değilmiş işte.

İçimde bir dünya varmış. Çocuk hanedanlığa değil, annesinin iç dünyasına ihtiyaç duyarmış. O dünyanın vereceği sıcaklığa, güvenliğe, desteğe ve huzura ihtiyaç duyarmış. Anne olmak demek öyle çocuğuna yatlar katlar bırakmak, en iyi okullarda okutmak demek değilmiş. Kapılarını sonuna kadar açmakmış. Sarılırken kollarına ruhunu katmakmış. Anne olmak altını temizlemek, doyurmak, yıkamak değilmiş. Sevmek bile değilmiş. Bundan çok öteymiş. Sevgini o minik kalbe sokabilme kapasitenmiş. Seni hissetmesine izin verme yeteneğinmiş. Anne olmak çözemediği soruları çözmek değilmiş meğer. Kendini hissetmesini sağlamakmış bütün sorularıyla, sorunlarıyla. Bakmak değil görmekmiş. Duymak değil anlamakmış. Sen her şeyi yarım bırakırsın diye büyütülmüş, belki de hiç büyüyememiş olduğun halde bile çabalamaktan asla vazgeçmemek, asla yarım bırakmamakmış. Kendini tanımak, kendimi aştım sanırken aslında kendini bulmakmış.

Neyim varmış biliyor musunuz? İçimde çok zengin bir dünya varmış. Bu dünyayı bir miniğe adama cesareti varmış. İçimde hiçbir hanedanlığın oğluma sağlayamayacağı bir güç varmış.

İçimde oğlumun ait hissedip yaşayabileceği, nefes alabileceği ve her zaman özel mi özel olacağı bir dünya varmış.

..Esin..

8 Ocak 2019 Salı

Farkında mısın?


Geçen gün -artık bolca hayır demeye karar verdiğim halde hiç istemediğim bir davete evet dedim. Kalabalık ortamları pek sevmem. Üç kişiden daha fazla kişi konuşuyorsa hiçbirine odaklanamam çünkü. O ortamda yabancı kalırım. Kabul ediyorum, beynimin kaldırabildiği insan kapasitesi üç bilemedin dört kişi. Beş olursa bir de yüzümde saftirik bir gülümseme varsa bilin ki Esin kopmuştur.

Şimdilerde çok moda ya konu bir şekilde farkındalığa geldi. Çiçeklerin, böceklerin, bulutların farkında olanlar bir havalarda. Bir bilirim havalarında. Yüzümdeki saftirik gülümsemeyi ‘fark eden’ çok bilmiş “Sen ne düşünüyorsun?” dedi. 

Ben mi ne düşünüyorum? Şu farkına vardığın çok güzel güllere sıktıkları iğrenç parfümün beni rahatsız ettiğini düşünüyorum. Şarap güzel, hava kışın ortasında bahardan kalma ama tüm bu güzelliklerin burda olmayı istememe yetmediğini düşünüyorum. Rujunun rengi sana çok yakıştığı halde kaç tane kimyasal yuttuğunun da farkında olup olmadığını düşünüyorum. Oğlumu özlediğimi, onla lego oynamayı tercih edeceğimi düşünüyorum. Bir hayır deme fırsatını daha kaçırabilecek kadar beceriksiz olduğumu düşünüyorum. Tüm bunların solunum sistemim ve midem üzerindeki baskılarını hissettiğimi düşünüyorum. Yüzümdeki aptal gülümsemenin yerini sinsi bir gülümsemeye bıraktığını, aslında söyleyebileceğim tek cümleyle seni ağlatabileceğimi düşünüyorum: Hemen yanında oturan arkadaşının bütün gün tuvalette ağladığını anlamayacak kadar mı çişin gelmedi bugün? Ne kuşmuş ne sinekmiş arkadaş! Gözlerinin kızarıklığının gripten olduğuna inanacak kadar ne fark etmiş olabilirsin?

Sonuçta tüm bunları söyleyince... Söylemedim tabiki. Aslında eve gitmem gerektiğini düşünüyorum dedim ve kalktım. Geç de olsa hayır demiş sayılır mıyım bilmem ama ruhumdaki o huzursuzluktan kurtuldum. Yeter.

Yolda farkındalık nedir diye düşündüm? Çok tanımı var, tamam. Duygular, duyumlar, o an.. Falan fıstık. Boşverin ya. Farkındalık nedir? Bence, tetikleyen tüm iç ve dış etkenlere rağmen kendini, sevdiklerini hissedebilmektir. Kendimi hissettim, orada olmanın beni fiziksel ve duygusal olarak zorladığını fark ettim -görünürde zorlayacak bir şey olmasa bile aslında hep vardır, hep yanındadır, yanı başında, kafanın içinde. Ve kalmadım. Sanırım artık ait olmadığım çemberin dışına çıkmaya cesaretim var. Kendimle gurur duyuyorum bu yüzden.


..Esin..