27 Kasım 2015 Cuma

All Izz Well

Güneşli bir gündü. Yemyeşil ağaçlardan kuşların cıvıltısı yükseliyordu. Masmavi gökyüzünde birkaç pofuduk beyaz buluttan başka bir şey yoktu. Rengarenk çiçeklerin muhteşem kokuları etrafı sarmıştı. Ve işte her şey böyle başlamıştı.

Ahhh! Böyle olamaz. Şubat ayıydı ve muhtemelen gökyüzü griydi. Bir haftadır hastanede yatıyor olduğumdan günün nasıl olduğu hakkında hiçbir fikrim yok aslında. Pencereden dışarısını anımsıyorum sadece, güneşli ama soğuk bir gün de olabilir. Emin değilim. Ne farkederki? Benim için muhteşem bir gündü. Sonsuza kadar en çok seveceğim insanı doğurdum o gün.

Ve o gün hayatım değişti. Kalıcı bir değişim, benim mayamla yoğrulmuş bir bebek... Yaşayabileceğim en güzel değişim ve yapabileceğim en mükemmel iş...

Ama bu yazıda geçici değişimimi yazacağım. Hayatımı altüst eden, nalet bir şeyi. Aslında bu değişimin başlama süreci hamileliğime gidiyor. Her annenin yaşadığı hormonal değişimler ve düzen değişikliği dışında hayatımı etkileyen çok ciddi değişimler de vardı aile, sağlık gibi ağır konular içeren.

Olsun. Olabilir. Ne diyordu o filmde? All izz Well.

Uyku şu dünyadaki en güzel şeylerden, en büyük lükslerden biriydi benim için. Uyku için çok şeyden vazgeçtiğim olmuştur. Uykusuzluğa hayatta dayanamazdım. Aylarca uğraştığım proje dersini uyku için bırakmaya karar verdiğim, tavuk lakabıyla burun buruna geldiğim, siz konuşun ben dinlerim deyip pijama partisi muhabbetlerini kaçırdığım, kütüphaneye uyumak için gittiğim çok olmuştur. Uykudan vazgeçmeyi hiç düşünmemiştim. Ama hayat (eşittir minik bir bebek) bazen feleğini şaşırtıyor insanın. Uykusuzluğa dayanabilir hale geldim. Ve şimdi daha az uykuya dayanabilmenin yollarını arıyorum. Belki de en kötü alışkanlığımı bırakmaya karar verdim. Yo yo! Zorunluluktan değil. Doruk artık neredeyse iki yaşında ve genelde düzenli uyuyor. Sanırım bu zor süreç bana zamanın değerini öğretti.


Çok ama çok düzenli bir insandım. Şimdi bunun düşüncesine bile kahkahalarla gülesim geliyor. İlk zamanlarda yorgunluktan aksayan işler çok canımı sıkıyordu. Ortalık dağınık olunca ben de huysuz, sinirli, çekilmez oluyordum. Tamamen doğru orantılı. Ne kadar dağınık bir ev o kadar huysuz bir Esin. Sonra kendimi törpülemem gerektiğini farkettim. Farkedene kadar çok geç kalmış, iyice yıpranmış olsam da başardım. Şimdi evin hatta ofis masamın fotoğrafını çekip göndersem annem ağlayabilir (temizlik hastasıdır kendisi). Ama ben çok rahatım. Daha öncelikli olması gereken şeyler var hayatta. Ve insan eğer isterse ne kadar takıntılı olursa olsun kendini törpüleyebiliyormuş.

İşi bıraktım ve iki seneye yakın evdeydim. Aslında niyetim bu değildi ama daha önce yazdığım sağlık problemleri nedeniyle evde kaldım. Evde olmaya alışık değilsen zihnini oyalamak bir süre sonra çok zorlaşıyor. Alışık olmadığın bir hayatın karesini al ve başından aşağı boşalt durumu. Bir bebek (aslında bir anne demek daha doğru olur belki de) ve çalışmamak. Hangisine birden alışacaksın. Ama ben şanslı olanlardandım. Doruk'a doğar doğmaz alıştım. Hayatımın bir parçası olarak kabul etmekte hiç ama hiç zorlanmadım. Zor olan evde olmaktı. Ve ona son güne kadar alışamadım. Bir işin, bir ekibin parçası olmadan yaşamak bana göre değilmiş. Bünyemin alışmayı kabul etmediği bu durum beni ruhsal açıdan inanılmaz yordu. Ama geç olsa da işe döndüm ve her şey yoluna girdi işte.

Birey olarak ben olmaktan vazgeçtim bir süre! En büyük hatam buydu belki de. Tamam kendime eskisi kadar vakit ayıramayacağım, ilgilendiğim bir çok şeyden uzak kalacağım belliydi. Ama ben bunu birçok anne gibi biraz yanlış anladım, farklı yorumladım. Kendimden tamamen vazgeçtim ve Doruk her konuda önceliğim oldu. İnsan kendini fazlasıyla ihmal edince başka kimseye iyi gelmiyor ama. Kendine yetemeyen kişi, ihtiyaçları herkesten fazla olan bir bebeğe yetebilir mi? Başlarda belki ama bebek büyüdükçe ve duygusal ihtiyaçları fiziksel ihtiyaçlarını aşınca yetemez. Yetemiyor. Bunu anladıktan sonra, yine kendime haksızlık yaparak, Doruk'a yetebilmek için kendimle ilgilenmeye başladım. Ama o zamana kadar kendime yaptığım haksızlığın haddi hesabı yok.

Eş durumuna bu yazıda çok girmek istemiyorum. Onu yazsam roman olur. Belki sonra kısaca yazarım. Belki. Ama en önemli konulardan biri de bu. Bazı babalar beklenmeyecek derecede anlayışlı çıkabilir, bazıları da tam bir hayal kırıklığı. Ben de olmayacak zamanlarda olmayacak şeyler yaşadım. Ama ilişkiler eninde sonunda düzeliyor. Ya da düzelmiyor. Neyse ne :) Mutluluğumuzun ya da mutsuzluğumuzun ne kadar uzun süreceği sadece ve sadece bize bağlı. Yani bana, sana. Kesinlikle eşine değil.

Hey sen! Yeni anne...

Değişen hormonlar, değişen hayat düzeni, yorgunluk, belki denk gelmiş başka sebepler ve sonucu depresyon. Her anne ama her anne bunları hafif ya da yoğun bir şekilde yaşıyor. Yaşarken farkında olmayan ve kabul etmeyenler de var. Bu çok daha zor. Kabul et. Daha kolay çözülecek o zaman, daha kısa zamanda. Ve mümkün olduğu kadar erken kabul et.

  • Her fırsatta uyu. Kendin için yapamıyorsan sütün olsun diye uyu. Ama uyu. Yanında bebekle ilgilenecek biri varsa bırak ilgilensin. Benim annem vardı ama bırakamadım ve o kadar pişmanımki. Arkadaşların bebeği görmeye gelmek isterse gelmeyin diyebil mesela. Uykum var de. Sonra gelsinler. İnan bana seni anlayacaklardır. Hani oldu da geldiler. Çay kahve yapmakla hele hele pasta börekle sakın uğraşma. Bebek şekeri, hatta o da yoksa bebeğin kendisi yeter onlara.
  • Eskisi kadar çok iş yapamayacağını kabul et. Bırak ev dağınık kalsın. Eninde sonunda alışacaksın zaten. Ne kadar erken alışırsan o kadar rahat edersin. Toplasan da dağılıyor. Kısır döngü. Boşver. En azından dene.
  • Seni rahatsız eden, huzursuz eden bir durum varsa (bu emzirmek ya da direk bebeğin kendisi bile olabilir) bunu paylaşmaktan çekinme. Konuşabileceğin arkadaşlarına anlat. Çok yoğunsa bir uzmana danış. Yoksa her şey daha kötü olacak.
  • Hayat değişti, evet. Eskiyi özlemek yerine yeni bir düzen kurmaya çalış. Mesela bebekli arkadaşlar edin. Ya da spora başla, bebeğinle birlikte yürüyüşe çık. Bu onu da rahatlatacak.
  • Mümkün olduğunca erken dön işe. Evet hiç kimse bir bebeğe annesi gibi bakamaz. Ama şunu da bil hiç kimse bir bebeğe mutsuz annesinden daha fazla zarar veremez.
  • İşe dönemiyorsan evde oyalanacak bir şeyler bul mutlaka. Ben yazmaya başlamıştım mesela ve bu bana çok iyi geldi.
  • Kendinden vazgeçme. Eskisi kadar bakımlı olamazsın, bireysel etkinlikler yapamazsın belki ama küçük boşlukları iyi değerlendir. Fotoğraf makineni alıp kendini sokaklara atamazsın, bir süre daha tiyatroya, sinemaya, konsere gidemezsin (bakacak kimse yoksa veya hala emiyorsa), uzun sürecek etkinliklere katılamazsın. Ama o uyur uyumaz çok da acil olmayan bir işi halletmek yerine kahveni yaparsan sıcak sıcak içme ihtimalin var. Hatta yanında kitap bile okuyabilirsin. Bu küçük mola sana çok ama çok iyi gelecek.
  • İlişki durumun sarpa sardıysa düzeleceğine inan ve zamana bırak. Hayalkırıklığı yaşıyorsan hormonların nedeniyle biraz abartıyor olabileceğini bil ve kesin kararlar vermek için, yıkıcı olabilecek eylemlere geçmeden önce hormonlarının normale dönmesini bekle. Depresyonda olmadığına ya da depresyondan kurtulduğuna emin ol.
  • Bir de o sosyal medyadaki mükemmel annelere, mükemmel ailelere bakma. Belki bir iki tanesi gerçektir. Ama hepimiz güzel anılarımızı paylaşmayı, hayatımızı pembe göstermeyi severiz. Bu gerçekte öyle olduğu anlamına gelmiyor.
Bana gelince... Her şeyin normalleşme süreci yukarıda yazdığım çoğu şeyin farkına vardığım zaman başladı. Geç olmuştu. Ama hiçbir zaman geç değildir. Doruk neredeyse iki yaşına geldi benim sürecim tamamlanmadı hala ama işe başladıktan sonra hız kazandığını söylemeliyim. Eninde sonunda her şey düzelecek biliyorum. Siz de bilin istedim. All izz Well.



23 Kasım 2015 Pazartesi

Zeytin Deyince

Kuzey Ege turunda Özgün Zeytincilik'in fabrikasını gezmiştik. Orda zeytinyağıyla ilgili baya bilgi edindik. Kısa ve öz bir şekilde bu bilgileri paylaşmak isterim.

! Naturel sızma zeytinyağı kullanın. 

Sızma zeytinyağı dalından toplanan zeytinlerin mekanik yöntemlerle ayrıştırılmasıyla yapılıyor. Ayrışan yağ asitlik derecesine göre çeşitlere ayrılıyor. Naturel sızma asit oranı en düşük olan, 0,8'in altında. Bu nedenle onu tercih etmekte yarar var. Asit oranı 0,8 ile 2 arasında ise naturel birinci adını alıyor, 2'nin üzerinde ise naturel ikinci.

Özgün Zeytincilik'te bir çok farklı naturel sızma tatma fırsatım oldu. Kimisinin asitlik derecesi o kadar düşükki bebeklerde çiğ kullanımda onları tavsiye ediyorlar. Tabiki asitlik oranı düşünce fiyatı artıyor. Denemek için soğuk sıkım, 0,4 asitlik oranında bir zeytinyağı almıştım. Çok memnun kaldım.

! Riviera zeytinyağından uzak durun.

Neden mi? Riviera zeytinyağı toprağa düşüp beklemiş, asitlenmiş zeytinlere kimyasal işlem uygulanarak elde edilir. Bu zeytinler aslında sadece sabun üretiminde kullanılabilecek durumdadır. Bu yağın asitlik derecesi çok yüksektir ve yenmez. İçerisine az miktarda sızma zeytinyağı eklenerek yenilebilir duruma getirilir. Ama sızma zeytinyağı ile kıyaslanırsa besin değeri olarak vasatın altındadır. Bu nedenle evinize sokmayın derim.

Bir de tur operatörümüzün bize verdiği siyah zeytin tarifini yazmak istiyorum. Henüz deneme şansım olmadı ama dalından zeytin bulabilirsem yapacağım.

13 kg zeytin yıkanır, ıslakken tenekeye konur. 1,5 kg tuz (tuz miktarı çok önemli), 1 bardak zeytinyağı, 1 bardak su ve varsa defne yaprağı eklenir. Teneke kapatılır. Arada ters çevrilir ve bir sene sonra açılır.

! Zeytinyağının gerçek olup olmadığını nasıl anlarım?

Çok basit! Küçük bir kaseye biraz zeytinyağı koyun ve dolapta bekletin. Gerçek zeytinyağı ise donması gerekiyor.

19 Kasım 2015 Perşembe

D-Man Kuzey Ege Turu'nda

Şeker Bayramı'ndan bir hafta önce Kıbrıs'ta olduğumuzdan bayram tatili için bir plan yapmamıştık. Ama tatil kapımıza gelince pişman olduk. Çılgın bir günümüze denk gelmişse demek öğlende turu satın alıp akşam yola çıktık. Böylece dört gün tatil boşa gitmemiş olacaktı. Çılgınlık bunun neresinde diye düşünebilirsiniz. Ben size söyleyeyim. Otobüslü bir tura bir buçuk yaşında bir bebekle katıldık, hem de hazırlık yapmaya hiç vaktimiz olmadan!!!

Nasıl cesaret ettik bilmiyorum. Yapabilir miyiz, olur mu acaba diye düşünürken kendimizi otobüste buluverdik. Bebekle gezeceğim diye eziyet çekmeyi göze alanlardan değilim aslında. İnsanlar bebekten rahatsız olur mu diye düşündüm. Daha önce katıldığım turlarda bebekli olmadıkları halde diğer insanları bekletenleri aklıma getirip bu düşünceyi sildim hemen. Bebeklerin de gezmeye hakkı varsa olur da ağlarsa diğer insanlar kulaklarına pamuk tıkasın dedim kendime. Neyseki öyle bir şey olmadı. Bir şekilde oyalandı. Ve bebekle olduğumuz halde kimseyi bekletmedik. Doruk rahatsız olur mu acaba diye düşündüm. Oyalamayı başarırız bir şekilde dedim ve başardık. Biz rahatsız olur muyuz acaba diye düşündüm. İki kişiyiz hallederiz dedim. Ama bir noktayı atlamışım. Doruk sadece benim kucağımda uyudu. Babasına gitmedi. Gitmedi. Ne kadar yorulduğumu anlatmama gerek yoktur heralde.

İlk gün Assos'a gittik. Daha önce gittiğimiz bir yer olduğu için turla gelenler Assos'u gezerken biz bir yerde oturup kahve içtik. Oturduğumuz yerin kümesi vardı. Doruk'la birlikte tavuklara mısır verdik. Keyfimiz yerine geldi. Ama keyfimiz denize gidene kadar sürdü.
Assos'ta denizin soğuk olduğunu biliyorduk ama üstüne bir de çılgın bir rüzgar olunca ve de sahilde taştan çok sigara izmariti ve pet şişe kapağı bulunca yanlış mı yaptık sinyalleri çalmaya başladı beynimizde. Rüzgar yüzünden denize giremedik, taşların temizlediğim minik bir bölümünde oynayabilen Doruk da eğlenmedi pek. Denize girmeyeceksek niye geldik, zaten kum da yok bakışı atıp durdu kendince. Ama turdan bir ablayla tanıştı orda, onla oynadı. Ablanın güzel olduğunu söylememe gerek yoktur heralde :)

Otelimiz termal oteldi. Akşam termal havuza girerim diye avutmuştum kendimi ama akşam otelde kalamadık. Gökhan'ın teyzesinin çok yakında evi vardı. Onlar gelip aldılar bizi. Onlarla görüşmüş olduk, Doruk için güzel bir değişiklik oldu.

Bu arada yandaki fotoğrafa bakınca babasının kucağında uyuduğunu göreceksiniz. Sadece gündüz uykuları babanın kucağında olabildi. Gidiş ve dönüş yollarında beni bırakmadı kesinlikle. Yanlış anlaşılmasın :)


Ertesi gün Sarımsaklı plajına gittik. Tekne turu vardı ama rüzgar nedeniyle katılmadık. Zaten sahilde de oturabilmek için rüzgar kesici inşa etmek zorunda kaldık. Neyseki bebek olduğundan plajla ilgilenen kişi yardımcı oldu bize bu konuda.

Ayvalık'a yıllar yıllar önce gelmiştim. O zamandan aklımda kalan Sarımsaklı plajı güzeldi, bakımlıydı. Şimdi yanlış mı hatırlıyorum acaba diyorum çünkü çok bakımsızdı. Yiyecek, içecek bir şeyler bulmak için bile sıkıntı çektik. Bu kadar tercih edilen bir yerde hamburger ve patates kızartması dışında bir şey bulamamak tuhaf geldi bana. Zar zor bulduğumuz Ayvalık tostunu da hiç beğenmedik.
Neyseki Doruk için yanımda bir şeyler her zaman bulundururum. Bir anda karar verip gelmiş olduğumuz için tam tedarikli değildim ama aç da kalmadı.

Rüzgarın durmayacağını anlayınca kalkıp bir yere oturalım dedik. Menüden bakıp istediğimiz şeylerin hemen hepsine yok dediler. Dışarıdan bakınca aslında çok güzel bir mekana oturmuştuk. Yanlış bir sezonda gitmiş olabilir miyiz diyeceğim ama Temmuz da sezon değilse ne zaman olacak bilmiyorum. Öyle huysuz bir tatilci de değilimdir aslında. Tatilin en vasatından bile keyif alırım ama bu vasatın da altına doğru gidiyordu.

Ayvalık deyince "Papalina yemeden gelme" derler ya. Bir yer bulduk yiyelim bari dedik. Hem Doruk da balık yemiş olur, ne güzel. Öyle abarttıkları gibi bir şey değil ama karnımız doydu ya sonunda mutlu bile oldum. Kılçıkları çok minik olduğundan ayıklanması zor, çerez gibi yemek lazım. Öyle olunca Doruk yiyemedi. Yemek de istemedi zaten. Balıkçıdaki canlı balıklar daha çok ilgisini çekti.

Akşam üzeri Cunda'ya geçtik. Topu topu bir saat kalmışızdır. Çünkü programa göre otele dönmemiz gerekiyordu. Otel uzak olduğu için kalamadık. Ama biraz daha kalmayı çok isterdim. Çünkü iki günün hayal kırıklığını burada attık üzerimizden.
Sahilde dondurma yedik. Biraz sokaklarda dolaştık. Parka gittik. Doruk parkta kendini buldu yeniden. Cunda'nın o meşhur taş sokaklarını sindire sindire dolaşmak, Taş Kahve'de kahve içmek, akşam da Rum müziği eşliğinde Ege'nin güzel mezelerini yiyebileceğimiz bir balıkçıda oturmak daha iyi olabilirdi tabi ama bu kadarı bile günümüzü kurtarmaya yetti.

Ertesi gün Bozcaada günüydü. Günün güzel geçeceği baştan belliydi. İki günlük kötü deniz tecrübemizden sonra denize gitmemeye karar vermiştik zaten. Giderken önce bir zeytinyağı fabrikasına uğradık. Fabrikayı gezdik, bilgi aldık. Gezdiğimiz fabrika Özgün'dü. Gökhan'ın teyzesinden Özgün'ün iyi olduğunu öğrendiğimiz için alışverişimizi de oradan yaptık. Sonra Bozcaada'ya gittik. Bu geziye gezi arkadaşımız Nehir'le çıkmamış olsak da orda birbirimizi bulduk. Onlardan ayrıldıktan sonra ilk iş Çiçek pastanesine gidip badem lokumu ve damak çatlatan aldık. Pastane çalışanları ne kadar satmaktan bıkmış bir hal içinde olsalar da umursamayıp alıyoruz kurabiyelerimizi, çünkü çok güzeller :) Sonra sokaklarda koşturduk biraz. Doruk uyuyunca da meydanda oturup kahvemizi içtik. Sigaraya bakmayın likörlü kahve isteyince sigara da getiriyorlar. Likörden de emzirdiğim için sadece bir yudum tadımlık aldım. Ama güzeldi. Tavsiye ederim.

Sonra dönüş yolu, kucak, sırt ağrısı ama bebek teni ve bebek kokusu eşliğinde..


"Getir kız kulaanı, bişey söylicekmiştimse sana.. Mirazcık daa kalsaymıştık ya murda, arkadaşlarım varmıştı benim parkta. Kediymişti biri."

6 Kasım 2015 Cuma

Laranjit ve Ülkemizin Doktor Gerçeği

Mesleğini hakkıyla yapan gerçek doktorları öfkemin ve yazımın dışında tutarak başlamak istiyorum. 

Geçen pazar günü Doruk gece ağlayarak uyandı. Ama nasıl bir ağlama. Daha önce onu hiç böyle görmemiştim. Öksürüyor da balgam çıkarmaya çalışıyor ama çıkaramıyor, o yüzden de nefes alamıyormuş gibi. Bir koşup bana sarılıyor, bir şey yap kurtar beni der gibi, bir koşup cama vuruyor, öylesine çaresiz bir ağlama. Aklıma geldikçe gözlerim doluyor. Su içirmeyi denedim, içiremedim. Ne yapacağımızı bilmediğimiz, daha önce böyle bir şey duymadığımız için hemen acile gittik. Doktorun adını vermeyeceğim ama hastane Memorial, öyle uyduruk bir hastane de değil. Doktor baktı, laranjit dedi. Buharla verilen bir ilaç verdi, sonrasında kortizonlu bir iğne yaptı ve tekrar soğuk buhar verdi. Öyle çaresiz bir durumda doktora güveniyorsun ister istemez. Doruk sakinleştikten sonra doktora laranjitin ne olduğunu ve kortizonun olmazsa olmaz mı olduğunu sordum. Öğrendiğim şey, bu tedaviyi yapmasaydık işin ilerleyip akciğerin tıkanmasına yani ölüme varabileceğiydi. Ve kortizon mutlaka yapılmalıydı. Hatta bir daha böyle bir durum olursa hemen hastaneye gitmeliydik. Ama şimdi sıkıntı bitmişti, daralırsa açık havaya çıkarın dedi ve başka ilaç vermedi.

Eve dönerken ruh halimizi siz düşünün. Doruk ölümden dönmüştü. Basit bir öksürük olarak nitelendirip evde kalsaydık... Boşluğu siz doldurun, yapacak gücüm yok gerçekten.

İki gün sonra, ben işteyken Mürvet abla aradı. Doruk yine hırıltılı ve yine çaresizce ağlıyor. Sesini duyuyorum. Mürvet ablanın sesi de ağlamaklı. Tabi hemen panikliyorum, ölüm kelimesi beynime işlemiş çünkü. Kanın beynime gittiğini hissediyorum, sakin olmam gerektiğini düşünüyorum ama. Bir şekilde organize ediyorum. Onlar ordan çıkıp acile gidiyorlar, baba daha yakın o da onlarla hastanede buluşuyor. Ben de çıkıp sonradan gidiyorum. Be sefer gittiğimiz hastane Acıbadem. Ben gittiğimde doktor görmüştü Doruk'u. Ne dedi diye soruyorum. Laranjit sırasında önceki doktorun tedavisi doğruymuş ama tedavinin devam ettirilmesi gerekiyormuş. Ettirilmediği için de kulaklarında su birikmiş. Üç doz buharlı ilaç ve antibiyotik tedavisi vermiş. Buharla ilaçları aldıktan sonra acilden çıkıp hemen bir KBB doktoruna gittik. Çünkü kulak hassas bir konu ve bu konuda uzmanından başkasına güvenilmeyeceğini duyduklarımdan, gördüklerimden ve hatta yaşadıklarımdan biliyorum. KBB uzmanı çocuk doktorunun verdiği tedaviyi yetersiz buldu ve farklı bir tedavi verdi. Bu farklı bir yazı konusu olsa da kısa bir not, çok güvendiğiniz çocuk doktorunuza bile kulak konusunda kesinlikle güvenmeyin. İş sonunda ameliyatla kulağa tüp takılmasına varabilir. Neyse, şu an bu tedaviye devam ediyoruz ve Doruk iyi.

Dün internetten  laranjit nedir diye araştırayım dedim. Bir sürü yazı okudum. Özellikle üç yaş altı sık sık görülürmüş akut laranjit. Ölümcül olabildiğiyle ilgili hiçbir şey göremedim. Kortizona hiç denk gelmedim. Yoğunlukla tedavi yöntemi ıhlamur, bal ve açık hava. Beynimden aşağı kaynar sular döküldü ama hala internet doktoruna güvenip gerçek doktorları yargılayamam diye düşünüyorum. Daha önce bildiğim ve severek takip ettiğim Dr. Kadir Tuğcu geldi aklıma. Hiç yapmayacağım bir şey yaptım ve anneoluncaanladim.com sitesine üye olarak soru sordum. Aldığım cevap şöyle:


"Hicbir zaman olen hasta olmamistir. Ayrica da, Hastaneye gitmek icin sokaga ciktiginiz anda, soguk havanin etkisi ile zaten acilma olur. Palavra sikmis. Kasten korkutuyorki, her oksurukte hastanelere gidesiniz.
Tek doz Decort(yarim ampul) yeterlidir, SAKIN baska hicbir ilaci kullanmayin. Olume gider lafi palavradir. Boyle basit bir hastaligi abartip, sanki muhim bir is yapilmis havasi basiyorlar..
Krup (veya Akut Larenjit) 3 gece hastaligidir, ondan sonrasi basit bir Grip gibi seyir gosterir. Sadece; Limonlu bal, Serum fiz ve ColdMix yeterlidir. Eski mailleri okuyun.

Okumadiginiz icin sizleri boyle kazikliyorlar.. Siz bir sey degil, olan cocuga oluyor, bosuna hirpalaniyor.
Kulaktaki sivi ile, Larenjit'in bir baglantisi yoktur. Soylenenler hep; alavera-dalavera..." 
Laranjit aslında çok basit bir hastalık. Ölüm... Hikaye. Para için mi bunlar? Lanet olsun diyorum. Doktorlara şiddet haberleri var ya hani lanetlediğimiz, ne biçim milletiz dediğimiz. Ulan iki yaşını doldurmamış bebeğe boşuna kortizon vermiş, gidip kaşını gözünü dağıtsam haksız mı olurum? Benim uzmanlık alanım değil bir KBB uzmanına gösterin demeyi kendine yedirememiş, ömrünün ilk iki yılını üç ameliyatla atlatmış bir dördüncüsünü olma ihtimali olan oğluma bir de kulak ameliyatı olma riskini yapıştırmış, saçını başını yolsam haksız taraf ben mi olurum yani? Elimi vicdanıma koyuyorum ve diyorum ki şiddet uygulayan taraf her zaman haksız olmayabilir. Hatta ve hatta şiddet uygulamış olması bile onu haksız konumuna getirmeyebilir. Biz böyle lanet olası bir milletiz ya, doktorlar da bu milletten çıkıyorlar işte. Biz çok da etkilenmeden atlattık, doktorlara güvenmememiz gerektiğini bir kez daha öğrendik. Belki çok daha kötüsü bile olsa şiddet uygulayan taraf olamam ama ne hissettiklerini anlıyorum artık.

5 Kasım 2015 Perşembe

Kaliteli Zaman Şeysi

İşe dönmeden önce çok kararlıydım, az ama öz zaman geçirecektik işe başladığımda. Yani işte o kaliteli zaman dediklerinden.

İşe başladım. Sabah Doruk uyurken evden çıkıyorum. Akşamın köründe eve dönüyorum. O arada iş yorgunluğuna bir de yol yorgunluğu ekleniyor. Eve geldiğimde Esin olarak değil, anne bile değil, pestil olarak geliyorum. Doruk'u akşam yemeği sırasında oyalama çabalarıyla kalan son enerjimi de tüketiyorum. Eh sayın pestil! Çocuk derki "Kalk oynayalım." Pestil diyemezki "Çok yorgunum." Bütün gün yemek dışında birlikte geçirdiğimiz zaman topu topu bir saat belki. Ama bu benim seçtiğim hatta bizim seçtiğimiz bir saat değil. İşten yorgun dönülmüş bir saat. Önceden tasarlanmış eğlenceli etkinlikler, koşturmacalı kovalamacalı bol kahkahalı etkinlikler ya da Doruk'un yönlendirmesine bırakılmış doğaçlama etkinlikler... Hepsi hikaye bana. Parmağımı kaldıracak halim yokken nasıl kendimi vereyim oyuna. Bi kahve yapsam, bacaklarımı uzatsam, kitap okusam ha? Hayır, istediğim bu değil. Ben de Doruk'la oynamak, gülmek, eğlenmek istiyorum ama enerjim yok. Bu bir saat bitse de Doruk'la birlikte ben de yatağa gömülsem diye bekliyorum. Her gün aynı. Bilen varsa söylesin bu
zamanı nasıl kaliteli geçirebiliriz? Öyle bir ihtimal var mı ya da?

Bir zaman dilimini bilerek, isteyerek kaliteli hale getirebilir miyiz? Yorgun, üzgün, stresli olabiliyor insan ve her zaman kendini yönetemiyor. Bir gün vaktimiz çok güzel geçerken diğer gün kırdığım oluyor Doruk'u. Keyfim yokken keyif aşılayamıyorum bazen. Çok üzülüyorum sonra. Keşke kaliteli geçirmek zorunda olduğumuz kısıtlı zamanımız yerine sık sık kaliteli geçen bol zamanımız olsa. Hayatın çok hızlı aktığı, çalışma saatlerinin ömür bitirdiği, trafiğin bitmek bilmediği bir yerde olmuyor ne yazıkki.

Bu konuyu düşündükçe yanlış hayatın içinde hissediyorum kendimi. Nasıl değiştireceğimi bilmiyorum ama işten daha az vakit ayırmak istemiyorum oğluma. Ayırabildiğim çok az vakti ise yorgunluk yüzünden yaşayamamaktan nefret ediyorum. Bazen böööö (ce-eee) oyununu bile oynayacak halim olmuyor. Ne kadar basit aslında değil mi? Bunu yapacak halim yokken nasıl yeteceğim Doruk'a, nasıl doyuracağım ruhunu? Sevgimi göstermek için saatlerce sarılabilirim, evet! Onun sıcaklığıyla dinlenirim hem de o arada. Bu bana yeter de ona yeter mi? Enerjinin doruğunda bir Doruk... Sevgini göstermek için sıkı sıkı sarılmadan önce deli gibi peşinden koştur istiyor. Benimse o bir saat onunla koşturabilmek için dinlenmem gerekiyor yani biraz daha zamana ihtiyacım var. Az vakti kaliteli geçirebilir insan belki ama bunun için o az vakitten biraz daha çok vakte ihtiyacı var ki dinlensin, enerji toplasın. Bu da bende az vaktin her zaman kaliteli olması mümkün değildir karşılığını buluyor.

İşte ben o kaliteli zaman şeysine inanmıyorum artık. Zamanın kaliteli geçmesi için çok olması gerekiyor.