17 Aralık 2015 Perşembe

D-Man İğneada'da

Yazın son gezisini İğneada'ya yaptık. Yine bir anda karar verip hızlıca hazırlanıp düştük yola. Babam zaten birkaç gündür orada olduğu için kalacak yerimizi o ayarlamıştı. Daha önceden günübirlik gitmiştik İğneada'ya ama tam gezememiştik. Şimdi hem biz İğneada'yı iyice keşfetmiş olduk hem de Doruk dedesiyle ve doğayla dolu çok güzel vakit geçirmiş oldu. Hava çok sıcak olmadığı için denize giremedik ama deniz manzarasının tadını çıkardık.

 
"Mirazcık şımardıysam demekse, dedem yapıyormuştu hep şımartıyormuştu beni."

İğneada sahilde büyükçe bir çay bahçesi var. Parkı, bol bol da koşturacak alanı var ama en güzeli harika bir manzarası var. Biz manzaranın tadını çıkarırken Doruk da dedesini yormakla meşguldü.

Küçük bir pansiyonda kaldık. Barbekülü salıncaklı sevimli bir bahçesi vardı. Bahçede balık yaptık ilk akşam. Doruk uyku vakti gelince bile içeri girmeyi kabul etmedi. Ortamın sıcaklığı, İğneada'nın güzel havası göz önüne alınınca hiç de haksız sayılmaz. Bahçede kucağımda uyudu. Benim de işime geldi.


Ertesi sabah Limanköy'e gittik. Çok tavsiye ettikleri bir kahvaltıcı varmış orda, deneyelim bakalım dedik. Gerçekten de tavsiye ettikleri kadar varmış, biz de çok beğendik. Kahvaltısı doğal olmasının yanında oldukça zengindi. Birsen Tezer'in o muhteşem sesi eşliğinde öylesine güzel bir köyde kahvaltımızı yapmaktan çok keyif aldık. Sokaklar tavuklarla, kedilerle doluydu. Doruk da onların peşinde koşturmaktan çok mutlu oldu. Yolunuz düşerse Limanköy'de Ata Kahve'de kahvaltı yapmayı, üstüne bir de Türk kahvesi patlatmayı unutmayın.

Dönüş yolunda karşıdan karşıya geçmeye çalışan minik bir kaplumbağa ile karşılaştık. Biraz sevdik, okşadık ve onu yolun karşı tarafına geçirdik.

Bozulmamış bir doğanın içinden geçerken yakınlarımızda böyle yerler olduğunu bilmenin huzuruyla doluydu içim. Daha sonra İğneada'ya nükleer santral yapılacağı haberini okuyunca bu huzurdan eser kalmadı tabi. Güneşten, rüzgardan, doğa anadan böylesine nasiplenen bir ülkede nükleer santral neden anlamıyorum ve anlamayacağım.


Mert Gölü'ne gittik sonra. Doruk yolda giderken uyuduğu için peşinden koşturmadan manzaranın, doğanın tadını çıkarabildim. Hayır. Tabiki koşturmacadan şikayetim yok ama insan arada bir kendine ait küçücük minicik de olsa zamana ihtiyaç duyuyor. Belki uyanık olsa o güzelliğe bakıp birlikte şaşıracaktık, onun o bir güzellik keşfettiğindeki gülümsemesine bakıp farklı duygular içine girecektim ama böylesi de güzel oldu. Kendime döndüm bir an da olsa. Bilerek hissederek nefes aldım. Ve o küçücük zamanda kendimi dinledim, dinlendim.

Beğendik Köyü'nde köy kahvesine uğradık. Köyün yerlileriyle sohbet ettik biraz. Kahvemizi içtik. Doruk da amcalarla oynadı.

"Anca legomu kaptıymıştı. Baksanıza nasıl da keyinflenmiş. Tesmihini almıştım aslındaysa haberi yokmuştu. Ancaaa sen beni kolay lokna mı sammıştın. O legodan varmıştı bende missürü. Mu yeni parçaysa şok kıymetliymşti."


Yemek için yine tavsiye ettikleri bir yere gittik. Tenekede tavuk. Tenekede sadece tavuğun yağıyla pişiriyorlar sebzeleri. Yalnız giderseniz bir saate yakın bekleyeceğinizi bilerek gidin. Çünkü yemek sipariş üzerine pişiriliyor ve pişmesi uzun sürüyor. Ya da önceden arayıp söyleyebilirsiniz. Deniz kenarında, Bulgaristan sınırında bir yer. Büyükçe bir alanda koşturup oynamak için çok uygun bir yerde.


Ertesi gün diğer dedesi ve babaannesi de geldi ama biz artık yola çıkmak zorundaydık. İki dedesi aydı anda Doruk'u öpmeye çalışınca kafalarını tutup birbirinizi öpün diye itiştirerek ve tam da yerinde "Eeeee" seslendirmeleriyle neşesini onlara bıraktı yola çıkmadan önce.

Ve neredeyse bir ay boyunca çalan kapılara dedeee diye koşturdu, camlara yapışıp dedesini aradı, eline geçen her telefonda (oyuncak ve gerçek) dedesiyle konuştu.

Ahhhh! Bir de dönüş yolunda başımıza gelenler var. Akşam karanlığında kedi, tilki ne olduğunu bilmediğimiz bir şey çıktı önümüze. Hızla giderken çarpmayı önleyemedik. Ben görmedim ama korkarım ki Doruk gördü. Çünkü "meee" (miyav) diye ağlamaya başladı. Durduk. Radyatör delinmiş. Birkaç kilometre önce olsa ormanın içinde, ıssız bir yerde kalakalacaktık. Neyseki Çatalca İhsaniye Köyü'nde yol üzerinde bulunan küçük bir tesise çok yakındık. Tesisin sahibi bizi görünce geldi, arabayı çekebileceğimiz bir yer gösterdi. Çekici ve taksi çağırdık. Oradan ayrılmamız tam tamına dört saat sürdü. Bebekle bu dört saat nasıl zor geçti anlatmama gerek yoktur heralde. Tesisin sahibi sağolsun biz gidene kadar bekledi, kapatıp gidebilirdi. Orda beklerken manda yoğurdu, pancar pekmezi ve kabak aldım. Hayatımda yediğim en güzel yoğurttu. Pancar pekmezi daha önce yememiştim, alırken tereddüt ettim ama sonradan kavanoz kavanoz almadığıma çok pişman oldum. Ve kabak gerçekten çok lezzetliydi. Bir de sohbet ederken karşıdaki fırının kendi imalatı özel altın ekmekten bahsetti. Haftasonları İstanbul'dan bile almaya geliyorlarmış. Bir deneyelim dedik, biz de aldık. O da harikaydı.

Bir canlının ölümüne sebep olmak ve bunu Doruk'un görmesini hiç ama hiç istemezdim, dört saat yolda kalmak çok zordu ama tanıştığımız, hala yardım etmeyi seven azınlıktan biri olan güzel insan ve aldığımız, tadına doyamadığımız doğal ürünler nedeniyle bu kötü olayı daha kolay atlattık. O şaşkınlıkla telefon numarasını almayı akıl edememişiz. Umarım yolumuz oraya yine düşer (tabiki kazasız belasız bir şekilde) ve yeniden teşekkür etme fırsatı buluruz.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder